EGEMEN DİNLER
VE "MEZHEPLER"
Bütün dinsel inançlarda iki ana
öğe bulunur. Biri inancın konusu
olan ansal öğe (zihni unsur)
diğeri de bu ansal öğeye uygun
duygudur(teessür hali). İkinci
durum yoksa dinsel inançta
yoktur. Korkunun ve pratik
eğilimlerin egemen olduğu somut
durumda algı, törel eğilimlerin
katılmasıyla beliren genel bir
soyutlama ve genelleme dönemi,
duygulanımların gittikçe ortadan
kalkarak dinsel duygunun ansal
duygulara karışmasıyla daha
yüksek kavramlar ortaya çıkar.
Burada dinsel bilgiyle toplumsal
bilgiler birbirine karışır Bir
birlik oluşur. İlk insanlığın
ortaya çıktığı zaman zayıf olan
fakat bugün güçlü olan
digergamlık (Altruism) bilinci
ve iradesi dinsel duygunun
toplumsallığından yararlanır.
Sınırlandırılmış bir toplumsal
dayanışmada içinde dahi olsa
insan bu duygusunu toplumsallık
lehine kullanır. Bu
genel-bölünmemiş insanın
özelliğidir.Alt-özel değişikliğe
uğramış bireysel insanları da
tikel-bölünmemiş insan ve genel
bölünmemiş insanın toplumsallığı
etkileyerek
değiştirecektir.Çünkü genel
bölünmemiş insanın alt
kavramında açığa çıkan insan
cevheriyle özel bölünmüş insanın
alt kavramında açığa çıkan
cevherin birliği vardır. Bu
biçimin genel veya özel yönde
yönü değiştirilebiliyor. Nitekim
tarihten buna benzer çok
örnekler de vardır.
İrade sınırlaması ilk dinlerden
başlayarak, en son çıkan üç
büyük tek tanrıcı Ortodoks
dinlere kadar sürmektedir. Genel
olarak Panteizm, Budizm,.
Hıristiyanlık ve Müslümanlıkta
da irade inkar edilir. Buda da
olduğu gibi Hıristiyanlıkta da
insan suçlu olarak dünyaya
gelir. Onlara göre insan iki kör
tutkunun meyvesidir.
Çünkü evlenme Paul us’ un kesin
iddiasına göre, insan “iradesi
kendi kendini yenecek kadar
güçlü olmayanlara verilen bir
müsaadeden başka bir şey
değildir.”
Bu anlayış orta çağ içinde
burjuvazinin gücünün artmasıyla
yeni bir biçim almıştır.
Burjuvazinin feodal düzen
içindeki üretim ve mülkiyet
ilişkileri giderek varlık
nedenini yitirmeye başlıyordu.
Orta çağ içinde Katolik
kilisesinin gücüne dayanan
rahiplerin saltanatı, bilim ve
kültürün gelişmesine engel
olduğu kadar, burjuvazinin
üretim ilişkilerinin gelişmesine
de engel oluyordu. Katoliklik,
feodal toplumun ideolojik
temelini oluşturuyordu. Eski
sömürücü sınıfa uygun düşen bu
dinin yerine yeni döneme uygun
bir din gerekiyordu.
Burjuvazinin çıkarlarını
yansıtan Protestanlık bu
koşullar içinde doğdu.
Burjuvazinin gelişmesine köstek
olan eski dini burjuvazi yok
etmek yerine bu dini
Protestanlığa dönüştürmeliydi.
Kilise olmalı ama devlete bağlı
olmalıydı. Bu şekilde
reformasyonun koşulları
oluşturulmuştur. Reformun lideri
diye gösterilen Martin Luther de
( 1483-1576 ), aslında özgür ve
bilimsel düşünceye karşıydı. Ona
göre,
“ Eşitlik, Tanrısal düzenin bir
gereğidir. Us (akıl), şeytanın
yatağıdır.”
Martin Luter sadece soylu
sınıfların en büyük
ittifaklarından biriydi. Ancak,
Rönesans’ın sarstığı yaşam
biçimine ve Katolik kilisesine
karşı çıkışı içinde Protestanlık
oluşmuştur. Protestanlık uzun
yıllar sürdürülen savaşımın
ürünüydü. Böylece kilisenin
bağımsız-gücünün yitirilmesi
sağlanarak devlete bağımlılığı
sağlanmıştır. Bununla birlikte
bilimin gelişmesinin de önü
açılmıştır.
Fakat bunun felsefi temeli
burjuvaziye uygun bir alt yapı
sağlamıştır. Rönesans
şüpheciliği metafizik temeli
yıkarak bireyci temeli mekanik
atomculuk zemininde ortaya
koymuştur. Orta Çağda
derebeyliğin çıkarlarına göre
yorumlanan Yunan düşüncesi
Burjuvazi lehine yeniden
yorumlanmıştır. Doğa, artık
metafiziğin hiyerarşik
Durağanlığıyla değil,mekaniğin
yer değiştirmesiyle devinir,
demişlerdir. Orta Çağdaki soyut
tanrı iradesinden somut
mekanikçi atom anlayışına dayalı
bireyci irade sosyal çıkar
ilişkilerine göre tarif
edilmiştir. Aynı zamanda soyut
tanrının gölgesi sayılan somut
kral veya padişah iradesine
dayalı tebaa veya kul ilişkisi
yerini, laikliğe dayalı
vatandaşlık ilişkisine
bırakmıştır.
Bu toplumsal değişikliğin etkisi
sosyalist yorumlarda da
gözlenmektedir. Burjuvaziyle
işçi sınıfı arasındaki çelişkide
mekanikçi atom anlayışına göre
yorumlanmıştır. Bu mekanik
atomcu sınırlama burjuva devlet,
demokrasi; sosyalist devlet,
demokrasi problemlerine kadar
ileri gitmektedir. Burjuva
aydınlanma hareketinin, insan
gücünün, tarihsel olarak
sınırlanmasını yaratan
tarihsellik, sosyalist
hareketlere de nüfuz etmiştir.
Bu sınırlama İslam felsefesinde
ise çok daha güçlüdür.
Sünni Felsefeden Eş’ariye”iman
unsuruna önem ve öncelik verir.
Bu yaklaşıma göre, iyi ve kötü,
doğru ve yanlış, faydalı ve
zararlı hakkında insan aklı
aracılığı ile vereceği hükümler
kesinlik taşımaz."
İmam Gazali’de akılcı düşünce ve
bilime karşı “kayıtsız şartsız
inanmayı” ◙
Yani körü körüne inanmayı öne
çıkartmıştır. Gazali’ye göre
bilim sadece dindir. ‘Küfran’
olmamak için diğer bilimlerden,
matematikten bile uzak durmak
gerekir. Dünyanın fiziksel
yasalara göre işlediği de
yalandır, demiştir.
Sünnilik İslâmiyetlin ilk
başından itibaren Emeviler
tarafından örgütlenmiştir. Emevi
sülalesi, eski toplumun
egemenlerini temsil etmekteydi.
Emevi kabilesi feodal bir
aristokrasiyi örgütleyerek,
bütün İslam devletine hakim
oldu.
“Daha Muhammed vefat etmeden bu
çatışma başlamıştır. Bilindiği
gibi çatışmanın başını çeken
vardır. O zaman ki, Emevi
sülalesi, eski toplumun
egemenlerini temsil etmekte,
İslamiyet’i maske olarak
kullanmakta, daha çok onun sağcı
yönünü esas almakta ve çok
kariyeristçe, çok komplocu bir
tarzda, yalanı, fitneyi erkenden
İslam’a sokmakta, bu temelde
hızla devletleşmektedir.
Emeviler, iktidarın nimetlerini
hemen topluyorlar. Dolayısıyla
palazlanıyor ve güçleniyorlar.
Bunların sağ yorumuyla daha
sonra Sünnilik, bir Mezhep
olarak geliştirilmekte ve buna
ideolojik kılıf
giydirilmektedir.” ☻
Bu yorum sol Sünni-İslam
egemen sübjektif bir bakış
açısına sahip olmasına rağmen
Sünniliğin bugünki tarihsel
kökenine ışık tutmaktadır. Sünni
İslam’ın Asya’ya yönelik
seferleri 100 yıla yakın
sürmüştür. İlk Türk Arap
savaşları 642-652’de Hazarlara
karsı olmuştur. Halife Osman
Hazar’ın başkenti Belender’e
olan saldırısı püskürtülmüştür.
Kül Tığın 713’te ise Semer kant
İslam ordularıyla çarpışarak
geri çekilmiştir. 721 ve 726
Yıllarında Sulu, kadın,
komutasındaki Türgiş kuvvetleri
Emevi ordularını hezimete
uğratmıştır. Sonunda Türk egemen
sınıfları, askeri aristokrat,
Abbasi egemen sınıflarıyla
işbirliği yaparak Fars-Arap
etkisinde siyasal bir sistem
dayatmışlardır. Hatta Türk olan
unsurlara karsı sindirme
politikaları da gütmüşlerdir.
Benzer durum Kürtler için de
geçerlidir. Halim Bin Velid’in
komuta ettiği ordu Urfa
üzerinden Siirt’e kadar yol
üzerindeki Kürtleri ibret için
öldürmüştür. Kürdistan’daki
Şehre Zoru işgal etmiştir. Bütün
erkekleri katlederek kadınları
da Arabistan’a cariye olarak
götürmüştür.
El Bazuri, İbda Bin Farka
için, “O Kürtlere karsı savaşmış
pek çoğunu öldürmüş ve Halife
Ömer’e Azerbaycan’a kadar olan
bölgeyi fethettiğini
bildirmiştir.”(aka:
Poladyan,Arsak. 7. Ve10.
Yy.larda Kürtler.s,20)
Yine “Sad Bin Vakkas
yönetimindeki İslam orduları,
Nusaybin’den Diyarbakır’a uzanan
bir hat üzerinde bütün Zerdüşt
ateşgahkarını yakıp yıkarak,
direnen insanları yol boyunca
ağaçlara asarak
gerçekleştirdikleri fetih
hareketinde (Bu bir tek seferde
Diyarbakır bölgesinde dahil
olmak üzere) toplu kırımlara
yönelmişlerdir. Bu seferde
öldürülen insan sayısının 180
bin olduğu söylenmektedir.”
Bu gün ki toplumsal yapı
böyle bir tarihsel zemin üzerine
inşa edilmiştir. Anadolu
Selçuklu Devleti, Iran Büyük
Selçuklu Devleti modelini
izleyerek Farsça’yı resmi dil ve
Fars kültürünü temel kültür
olarak seçmiştir. Merkezde Sünni
İslam hakim kılınarak devletin
kurumsallaşması buna göre
yapılandırılmıştır. Aynı zamanda
Osmanlı Devleti de bu yapılanma
üzerine oturmaktadır. Bu süreç
uzun bir zamanı kapsamaktadır;
çünkü Sünni İslam’ın Asya’ya
yönelik seferleri 100 yıla yakın
sürmüştür. Osmanlı İmparatorluğu
da Emevi İmparatorluğunun
benimsediği ideolojik
Sünni-İslam anlayışı temelinde
yapılanmıştır. Genel olarak
Hıristiyanlık ile İslamiyet bu
noktada aynı görüşleri
paylaşırlar. Fakat Avrupa’da
ortaçağ din anlayışının
toplumsal yapısı burjuvazinin
yeni siyasal yapılanmasına
uydurulmuştur. İslamiyet’te ise
bu yeniden yapılanma olmamıştır.
Eskiden olduğu gibi bugünde
devletler, dinin eski biçimiyle
burjuvazinin yeni kurmaya
çalıştığı egemen bugün ki
toplumsal dini biçimi ekonomik,
siyasi ve ideolojik
yapılanmalarına göre, siyasi bir
istikrarsızlık aracı olarak
kullanmaktadır. Dolayısıyla
bilinç ve iradede eski biçimle
yeni kurulmaya çalışılan biçim
arasında gidip gelmektedir. Bu
anlayışlar örgüt ve kadrolarda
yansımaktadır. İnsandan
dışlanmış soyut iradeyle somut
çıkar ilişkilerine bağlı
oluşturulan mekanik-atomcu irade
arasında gidip gelmektedir. Bu
bilinç, inançların yerini alacak
kadar toplumsal mülkiyete düşman
bir tarihsellik içinde özel
mülkiyetle geçmişe bağlıdır. Bu
bilinç ve yaşam biçimi sosyal
sınıf ve tabakalara da tarihsel
olarak yedirilmiştir. Solun
yaslandığı bu alandan da sola
ideolojik olarak katılan şeyler
vardır. Egemen din ideolojisi
bilinciyle, dine inanmasalar da,
egemen milliyet ve din
ruhuyla,milliyet ve mezhep
sorunlarına yaklaşmaktadırlar.
Diğer yandan ‘kutsal’ kabul
edilen ‘kitaplar ve insanlar’
vardır. Birde orta sınıfsal
temelde bir yaşam biçiminin ve
çıkar ilişkilerinin normal
görülmesi. Buda iki cepheden ön
kabuldür. Bunlar tartışılmazdır.
Bu Sünni-din ideolojinin
etkileri kitabından alıntı
yaptığım Musa Şanak’ta da
gözükmektedir. “İslam’ın Sünni
mezhebinin gelişimi Kürdistan’da
günümüze kadar etkisini
gösteren, milli özelliklerin,
dil ve kültürün gelişmesine
neden olmuştur.” demektedir.
Halbuki Türk ve Kürtlerde Sünni
İslam içinde eritilerek egemen
devşirme bir kültür
dayatılmıştır. Türk ve Kürt
ulusal özellikleri ise ancak
Alevilik içinde varolmuştur.
Hatta bu durum ulusçuluğun
aşılması biçiminde
somutlanmaktadır. Osmanlı
döneminde de Sünni İslamlaştırma
devam etmiştir. Devletin
kurumlaşmasıyla birlikte egemen
Sünni İslamlaştırma politikası
ezilen ve İslam’ı kabul etmeyen
çeşitli etnik köken ve
inançlardan gelen toplulukları
ezme politikası olarak devam
etmiştir. Devşirmeci egemen bir
kültür şekillendirilmiştir.
Devşirme kültürünün
sistemleştirilmesiyle, askeri
yapıdan başlayarak, bu sistem
tüm topluma dikte edilmiş ve
insanların kulluğuna dayanan bir
toplumsal sistem haline
getirilmiştir. Bu sistem
İslam’ın kulluk anlayışıyla da
ötüşmektedir. Diğer yandan İslam
olmadıkları halde bugün ulusal
özelliklerini koruyan Türk
unsurlar vardır.
Karaimler gibi, Türkçe
konuşan, Türklüklerini bilen
Musevi halklar olduğu gibi,
Gagavuzlar gibi Türk olduklarını
unutmamış Hıristiyan Türklerde
Yaşıyor yeryüzünde. ☺
Burada, milliyet-din
ilişkilerinde, sol egemen-Sünni
din anlayışı ile Türk ve
Kürt-İslamcı sağ bakış açısı
birleşmektedir. Bunlardan birisi
Türk-İslam sentezi zeminindeki
zorlama diğeri de Kürt-Sünni
egemen zeminindeki,
Emevi-İslamcı, bir zorlamadır;
çünkü ilkel topluluklarda klan
insan topluluklarının temel
biçimidir. Kan bağıyla
belirlenmiştir. Giderek kan
bağının önemi azalmış ve çeşitli
klanların birleşmesiyle
birbirleriyle akrabalık bağları
olmayan topluluklar oluşmuştur.
Ne var ki köleci ve feodal
üretim düzenleri toprak ve
üretim birliğinin sağlanması,
ekonomik yasam birliğinin
sağlanmasını engeller.
Toplumların uluslaşması için
kapitalizmin gelişerek feodal
bölünmeleri ortadan kaldırması
gerekiyor. Kapitalizmin
gelişmesiyle birlikte uluslar
doğmuştur. Ulusların doğuşundan
sonra ulusallık kavramı anlam
değiştirmiş ve ulusun etnik
temeli tanımlanmaya
başlanmıştır.
Alevi Felsefesine göre, maddesiz
bir varlık olmaz. Ortodoks
İslam’a göre tanrı varlıktan
bağımsız ve ondan ayrıdır. Tanrı
yaratılmamıştır. Tanrı
yaratıcıdır. Tanrı varlıkları ve
dünyayı yaratmıştır. Kuran’ın
karsısında bağımsızlaşmayan
düşünce hakim olunca her
araştırma gücünü yitirmiştir.
Dünyadaki bütün bilimsel ve
teknik gelişmelere rağmen
İslamiyet’te bir aydınlanma
hareketi ortaya çıkmamıştır.
Özellikle Türk-İslam
sentezcileri, Müntezile’yi
aydınlanmacı diye öne
çıkarmaktadırlar. Bunların
aydınlanmacı olduğu doğrudur ama
Sünni-İslam oldukları doğru
değildir. Bu tarihi bir
çarpıtmadır. Halbuki Müntezile
İslam-Sünni anlayışını temsil
etmemektedir. Müntezile, alevi
itikat mezheplerinden biridir.
Bunlar, ‘insan bütün
davranışlarının yaratıcısıdır’,
demişlerdir.
“Müntezile mezhebinin köken
olarak çıkışı eski olmakla
birlikte, mezhep halini alması,
Emeviler dönemine denk gelir.
İtikat anlamında ilk görüşlerini
Kadiriye mezhebine
dayandırmıştır; fakat, süreç
içerisinde düşüncelerini
geliştirerek görüş ayrılıklarını
belirginleştirmiş, Alevi
itikadının en kapsamlı ve en
gelişkin mezhebi halini
almıştır. Bu yüzden,
Müntezile mezhebi, eğmen siyasal
iktidara karşı düşünce ve inanç
alanındaki ilk muhalefet olarak
değerlendirilebilir.” ☼
Alevilik içinde eriyen
anadoludaki Batınilikte,
İslam’ın ehli sünnet inançlarına
aykırı düşündüklerinden ötürü de
onların kitapları yakılmıştır.
Bu anlayışları çürütmek için
İslam felsefecileri onlardan
alıntı yapmışlardır. Bu görüşler
İslam yapıtlarından dolaylı
olarak çıkartmaktadır. Batıniler
evrenin yaradılışında beş öğe
olduğunu söylemişlerdir:
“sabık (Her şeyden önce
varolan, tanrı, ama yaratıcı
değil,bir oluşu başlangıcı ve
ilkesi, oluşma onun istemiyle
oluşmuyor, sadece onunla
başlıyor),Tali (Her şeyden önce
varolanın ardından gelen us,
erkek ilke), Cedd (Özdeğin
biçimlenme yeteneği, bir çeşit
nefs, dişi ilke), Feth
(oluşmanın, içinde
gerçekleşeceği uzay), Hayal
(oluşmanın, onunla
gerçekleşeceği zaman).
Bu anlayış bilim öncesi bir
maddeci anlayıştır. Diğer yandan
geleneksel tasavvuf anlayışında
“Vahdet-i Vücut” (Varlık
Birliği) anlayışı hakimdir; Oysa
Alevi felsefesinde “Vahdet-i
Mevcut” (Mevcut Birliği)
anlayışı hakimdir. Vahdet-i
Vücutta, hem gövde, hem de
var-olan anlamı bulunmaktadır.
Bu da bir ikilemi
çağrıştırmaktadır. Bunun yerine
var-olanı daha net biçimde ifade
eden Vahdet-i Mevcut kavramı
kullanılmaktadır. Bu da
varolanların birliğini ifade
eder. Bu yüzden maddesiz bir
varlık düşünmek mümkün değildir.
Doğal olarak da evrensiz bir
tanrı yoktur ve bunu da kabul
etmek olanaksızdır. O halde
tanrı her zaman maddeyle
birlikte vardır. Ayni zamanda
varolanlarla birlikte vardır.
Yani varlıkla vardır. Şeyh
Bedrettin, “doğa ve tanrı bir ve
ayni şeydir” diyordu. Ona göre
mutlak varlık , birlik olarak
tanrı, çokluk olarak da doğaydı.
Mutlak varlık, madde ve ruh
biçiminde ortaya çıkıyordu.
Bunlar da birbirinden
ayrılamazdı bu yüzden bunlar eş
düzeydeydi. “Deccal” ya da
“Mehdi” gelmeyecek, kıyamet
kopmayacaktı. Şeyh Bedrettin
dünyanın oluşmasıyla ilgili
1420’lerde şunları da söylemiş
ve idam edilmiştir.
“Evrenin başlangıcı ve sonu
yoktur. Evren kendisini
oluşturup, dengeleyen önsüz ve
sonsuz bir süreçtir.”
Bedrettin bu bilimsel tespiti
bu tarihlerde yapabilmiştir.
Bunlara bağlı olarak da cennet
ve cehennemin dünyaya ilişkin
olgular olarak değerlendirmesini
yapmıştır. Ona göre Kuran’ı
Kerim ve Kuran’ı Kerim
bağlamında ayetlerde aynı
konumdaydı. Yani dünyaya ilişkin
olgulardı. Bu yüzden alevi
felsefesinin çıkış noktası
maddeci doğa tanrıcılıktır.
Düşünceci materyalizm
anlamındaysa varolanların,
varolmasını sağlayan ve
varolanlardaki ortak olan
ilkeler anlamındaki tanrı, soyut
değerlerin bağımsızlaşmış bir
biçimidir. Bu felsefi anlayış
aşılmıştır.
Doğanın insan bilincinden
bağımsız olarak var olduğunu
ileri süren materyalist
anlayışla, alevi felsefesi
örtüşür . Anadolu tasavvufu,
doğa tanrıcılığı yani varlık
birliği anlayışıyla yeniden
diriltilerek, bunun dışa vurması
biçiminde tezahür eden (görünen)
insan tanrıcılığını felsefesine
ekledi.İnsan-maddeci materyalizm
anlamındaysa varolanların,
varolmasını sağlayan ve
varolanlardaki ortak ilkeler
anlamındaki cevher, bir alt
birlikte yani insan-maddede
somutlaşan bir biçimdir
Bu yaklaşımı Bektaşi ozan Edip
Harabı’nın (1853-1917)
dizelerinde bulmak mümkündür.
Daha Allah bile cihanda yok
iken
Biz anı var edip ilan eyledik
Hak’a hiçbir layık mekan yok
iken
Hanemize aldık mihman eyledik
.......................................................
Gerçek insanları bilirdim Allah
Ondan gayrisine tapmazdım
billahi
Ne Kabe kalırdı ne de Beytullah
Yerine bir arpa eker giderdim
İnsanlıktan başka olmazdı
cennet
Yok olurdu Isa , Musa, Muhammet
Kalkardı dünyada mezhep, tarikat
Dinlerin bağını çözer giderdim
Bir olurdu zengin fakir her
zaman
Çaresiz dertlere olurdum derman
Ne gavur kalırdı ne de Müslüman
Tümünü bir yola çeker giderdim
...................................................
.
Dinlerin ve yaşam biçimine
dayalı inançların tarih içinde
aldığı sosyal ve toplumsal
konuma göre dinin ve inancın
bizim de üzerimizde objektif ve
sübjektif iradi etkileri vardır.
Bu etkiler bugün egemen
kapitalist üretim biçimi içinde
dinin ve inançların işgal ettiği
yere göre burjuvazinin din ve
inançlar karşısında aldığı
tavır, kapitalizmin gelişmesine
göre değişmektedir. Her iki
biçiminde de önceden belirlenmiş
bir irade vardır.Bunlardan
birisi bağımlı diğeri ise özgür
iradedir. Bağımlı olan ezen ulus
dininin tarihsel egemen toplum
biçimi ve ilişkileri bugünkü
sömürücü toplum yapısıyla
ideolojik, politik ve ekonomik
olarak bütünleşmiştir. Bu
yanıyla egemen din sömürücü
toplum biçimine
toplumsal-sınıfsal ve tikel
sınıfsal ilişkilerle sömürü
sistemine yamanmıştır. Bu
belirlenmiş ideolojik irdeye
göre insanlar sosyal pratik
eylemlerini organize
etmektedirler. Bu irade ve
pratiğin ezilen toplumsal
kitleler üzerinde genel olarak
hegemonya oluşturmaktadır. Bu
iradedeki değişiklikler
kapitalizmin gelişmişliğine
paralel olarak ta çözülerek yeni
oluşacak egemen toplumsal
ilişkiler yönlendirilmektedir.
Ulusal ve uluslar arası sömürü
ilişkilerine yeniden din biçimi
verilerek ‘ulusal egemen
dinlerin kardeşliğine’ dayalı
uluslar arası sömürüye sınıfsal
taban oluşturulmaktadır. Bu
egemen din anlayışına dayalı
ideolojik bakış açısı ve pratiği
sosyalist hareketler içinde de
etkileri gözükmektedir.
Ortaçağda ezilenlerin
mücadelesinde kızıl bayrak olan
‘heteredoks mezhepler’in merkezi
imparatorluklar karşısındaki
siyasi tavrı sosyalist
hareketler tarafından din gibi
algılanmaktadır. Bu günde bu
durum değişmemiştir. Dünya
görüşü olarak sömürü sistemine
karşı olmasına rağmen din gibi
algılanmaktadır. Ulusal egemen
devletler de baskı ve ekonomik
teröre dayalı ‘ezilen
mezheplerin’ dini yönünü
vurgulayarak, siyasi dünya
görüşleri reddedilerek, ‘ezilen
mezhepleri’ egemen dinlerle
bütünleştirmeye
çalışmaktadırlar. Bu yanıyla
sosyalist hareketlerin egemen
ulus-din ideolojik yaklaşımı
bunları sosyalist hareketlerden
uzaklaştırmaktadır. Bu burjuva
egemen görüşler kapitalizmin
gelişmişliğine paralel de farklı
farklı ideolojik kimliklere
bürünmektedir.
Bizim ideolojik bakışımız
kozmopolitan politik, ideolojik
ve ekonomik bakış açısını
içeremez. Çünkü bu yaklaşım
biçimi tikel-insanı ve
tümel-insanı tarihsel olarak
reddetmektedir. Bu reddedişin
tarihsel toplumsal ve bireysel
nedenleri vardır. Bu, virtüel
egemen tarihsel toplum biçimini
bugün ki virtüel bir toplum ve
birey gerçekliği olarak olarak
kabul edilmektedir. Bu, sömürü
düzeniyle tarihsel-sınıfsal
işbirliğidir. Dünya sosyalist
hareketlerinin
tarihsel-toplumsal ve
tikel-sosyal tarihsel-egemen
bakışlarıyla ve pratikleriyle
bir hesaplaşmayı önlerine
koymaları gerekmektedir.
Gazi eke
|