Alevilik Müslümanligin disindadir

 
İçindekiler

Alevilik nedir?

Modern Alevilik

Aleviliğin kökleri

Alevi İnançları

Dedelik


Cem

Alevi teorisi Pratigi

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

EGEMEN DİNLER VE "MEZHEPLER"

Bütün dinsel inançlarda iki ana öğe bulunur. Biri inancın konusu olan ansal öğe (zihni unsur) diğeri de bu ansal öğeye uygun duygudur(teessür hali). İkinci durum yoksa dinsel inançta yoktur. Korkunun ve pratik eğilimlerin egemen olduğu somut durumda algı, törel eğilimlerin katılmasıyla beliren genel bir soyutlama ve genelleme dönemi, duygulanımların gittikçe ortadan kalkarak dinsel duygunun ansal duygulara karışmasıyla daha yüksek kavramlar ortaya çıkar. Burada dinsel bilgiyle toplumsal bilgiler birbirine karışır Bir birlik oluşur. İlk insanlığın ortaya çıktığı zaman zayıf olan fakat bugün güçlü olan digergamlık (Altruism)  bilinci ve iradesi dinsel duygunun toplumsallığından yararlanır. Sınırlandırılmış bir toplumsal dayanışmada içinde dahi olsa insan bu duygusunu toplumsallık lehine kullanır. Bu genel-bölünmemiş insanın özelliğidir.Alt-özel değişikliğe uğramış bireysel insanları da tikel-bölünmemiş insan ve genel bölünmemiş insanın toplumsallığı etkileyerek değiştirecektir.Çünkü genel bölünmemiş insanın alt kavramında açığa çıkan insan cevheriyle özel bölünmüş insanın alt kavramında açığa çıkan cevherin birliği vardır. Bu biçimin genel veya özel yönde yönü değiştirilebiliyor. Nitekim tarihten buna benzer çok örnekler de vardır.
İrade sınırlaması ilk dinlerden başlayarak, en son çıkan üç büyük tek tanrıcı Ortodoks dinlere kadar sürmektedir. Genel olarak Panteizm, Budizm,. Hıristiyanlık ve Müslümanlıkta da irade inkar edilir. Buda da olduğu gibi Hıristiyanlıkta da insan suçlu olarak dünyaya gelir. Onlara göre insan iki kör tutkunun meyvesidir.
Çünkü evlenme Paul us’ un kesin iddiasına göre, insan “iradesi kendi kendini yenecek kadar güçlü olmayanlara verilen bir müsaadeden başka bir şey değildir.” 
Bu anlayış orta çağ içinde burjuvazinin gücünün artmasıyla yeni bir biçim almıştır. Burjuvazinin feodal düzen içindeki üretim ve mülkiyet ilişkileri giderek varlık nedenini yitirmeye başlıyordu. Orta çağ içinde Katolik kilisesinin gücüne dayanan rahiplerin saltanatı, bilim ve kültürün gelişmesine engel olduğu kadar, burjuvazinin üretim ilişkilerinin gelişmesine de engel oluyordu. Katoliklik, feodal toplumun ideolojik temelini oluşturuyordu. Eski sömürücü sınıfa uygun düşen bu dinin yerine yeni döneme uygun bir din gerekiyordu. Burjuvazinin çıkarlarını yansıtan Protestanlık bu koşullar içinde doğdu. Burjuvazinin gelişmesine köstek olan eski dini burjuvazi yok etmek yerine bu dini Protestanlığa dönüştürmeliydi. Kilise olmalı ama devlete bağlı olmalıydı. Bu şekilde reformasyonun koşulları oluşturulmuştur. Reformun lideri diye gösterilen Martin Luther de ( 1483-1576 ), aslında özgür ve bilimsel düşünceye karşıydı. Ona göre,
“ Eşitlik, Tanrısal düzenin bir gereğidir. Us (akıl), şeytanın yatağıdır.”
Martin Luter sadece soylu sınıfların en büyük ittifaklarından biriydi. Ancak, Rönesans’ın sarstığı yaşam biçimine ve Katolik kilisesine karşı çıkışı içinde Protestanlık oluşmuştur. Protestanlık uzun yıllar sürdürülen savaşımın ürünüydü. Böylece kilisenin bağımsız-gücünün yitirilmesi sağlanarak devlete bağımlılığı sağlanmıştır. Bununla birlikte bilimin gelişmesinin de önü açılmıştır.
Fakat bunun felsefi temeli burjuvaziye uygun bir alt yapı sağlamıştır. Rönesans şüpheciliği metafizik temeli yıkarak bireyci temeli mekanik atomculuk zemininde ortaya koymuştur. Orta Çağda derebeyliğin çıkarlarına göre yorumlanan Yunan düşüncesi Burjuvazi lehine yeniden yorumlanmıştır. Doğa, artık metafiziğin hiyerarşik Durağanlığıyla değil,mekaniğin yer değiştirmesiyle devinir, demişlerdir. Orta Çağdaki soyut tanrı iradesinden somut mekanikçi atom anlayışına dayalı bireyci irade sosyal çıkar ilişkilerine göre tarif edilmiştir. Aynı zamanda soyut tanrının gölgesi sayılan somut kral veya padişah iradesine dayalı tebaa veya kul ilişkisi yerini, laikliğe dayalı vatandaşlık ilişkisine bırakmıştır.
Bu toplumsal değişikliğin etkisi sosyalist yorumlarda da gözlenmektedir. Burjuvaziyle işçi sınıfı arasındaki çelişkide mekanikçi atom anlayışına göre yorumlanmıştır. Bu mekanik atomcu sınırlama burjuva devlet, demokrasi; sosyalist devlet, demokrasi problemlerine kadar ileri gitmektedir. Burjuva aydınlanma hareketinin, insan gücünün, tarihsel olarak sınırlanmasını yaratan tarihsellik, sosyalist hareketlere de nüfuz etmiştir. Bu sınırlama İslam felsefesinde ise çok daha güçlüdür.
Sünni Felsefeden Eş’ariye”iman unsuruna önem ve öncelik verir. Bu yaklaşıma göre, iyi ve kötü, doğru ve yanlış, faydalı ve zararlı hakkında insan aklı aracılığı ile vereceği hükümler kesinlik taşımaz." 
İmam Gazali’de akılcı düşünce ve bilime karşı “kayıtsız şartsız inanmayı” ◙
Yani körü körüne inanmayı öne çıkartmıştır. Gazali’ye göre bilim sadece dindir. ‘Küfran’ olmamak için diğer bilimlerden, matematikten bile uzak durmak gerekir. Dünyanın fiziksel yasalara göre işlediği de yalandır, demiştir.
Sünnilik İslâmiyetlin ilk başından itibaren Emeviler tarafından örgütlenmiştir. Emevi sülalesi, eski toplumun egemenlerini temsil etmekteydi. Emevi kabilesi feodal bir aristokrasiyi örgütleyerek, bütün İslam devletine hakim oldu.
“Daha Muhammed vefat etmeden bu çatışma başlamıştır. Bilindiği gibi çatışmanın başını çeken vardır. O zaman ki, Emevi sülalesi, eski toplumun egemenlerini temsil etmekte, İslamiyet’i maske olarak kullanmakta, daha çok onun sağcı yönünü esas almakta ve çok kariyeristçe, çok komplocu bir tarzda, yalanı, fitneyi erkenden İslam’a sokmakta, bu temelde hızla devletleşmektedir. Emeviler, iktidarın nimetlerini hemen topluyorlar. Dolayısıyla palazlanıyor ve güçleniyorlar. Bunların sağ yorumuyla daha sonra Sünnilik, bir Mezhep olarak geliştirilmekte ve buna ideolojik kılıf giydirilmektedir.” ☻

Bu yorum sol Sünni-İslam egemen sübjektif bir bakış açısına sahip olmasına rağmen Sünniliğin bugünki tarihsel kökenine ışık tutmaktadır. Sünni İslam’ın Asya’ya yönelik seferleri 100 yıla yakın sürmüştür. İlk Türk Arap savaşları 642-652’de Hazarlara karsı olmuştur. Halife Osman Hazar’ın başkenti Belender’e olan saldırısı püskürtülmüştür. Kül Tığın 713’te ise Semer kant İslam ordularıyla çarpışarak geri çekilmiştir. 721 ve 726 Yıllarında Sulu, kadın, komutasındaki Türgiş kuvvetleri Emevi ordularını hezimete uğratmıştır. Sonunda Türk egemen sınıfları, askeri aristokrat, Abbasi egemen sınıflarıyla işbirliği yaparak Fars-Arap etkisinde siyasal bir sistem dayatmışlardır. Hatta Türk olan unsurlara karsı sindirme politikaları da gütmüşlerdir. Benzer durum Kürtler için de geçerlidir. Halim Bin Velid’in komuta ettiği ordu Urfa üzerinden Siirt’e kadar yol üzerindeki Kürtleri ibret için öldürmüştür. Kürdistan’daki Şehre Zoru işgal etmiştir. Bütün erkekleri katlederek kadınları da Arabistan’a cariye olarak götürmüştür.

El Bazuri, İbda Bin Farka için, “O Kürtlere karsı savaşmış pek çoğunu öldürmüş ve Halife Ömer’e Azerbaycan’a kadar olan bölgeyi fethettiğini bildirmiştir.”(aka: Poladyan,Arsak. 7. Ve10. Yy.larda Kürtler.s,20)
Yine “Sad Bin Vakkas yönetimindeki İslam orduları, Nusaybin’den Diyarbakır’a uzanan bir hat üzerinde bütün Zerdüşt ateşgahkarını yakıp yıkarak, direnen insanları yol boyunca ağaçlara asarak gerçekleştirdikleri fetih hareketinde (Bu bir tek seferde Diyarbakır bölgesinde dahil olmak üzere) toplu kırımlara yönelmişlerdir. Bu seferde öldürülen insan sayısının 180 bin olduğu söylenmektedir.” 

Bu gün ki toplumsal yapı böyle bir tarihsel zemin üzerine inşa edilmiştir. Anadolu Selçuklu Devleti, Iran Büyük Selçuklu Devleti modelini izleyerek Farsça’yı resmi dil ve Fars kültürünü temel kültür olarak seçmiştir. Merkezde Sünni İslam hakim kılınarak devletin kurumsallaşması buna göre yapılandırılmıştır. Aynı zamanda Osmanlı Devleti de bu yapılanma üzerine oturmaktadır. Bu süreç uzun bir zamanı kapsamaktadır; çünkü Sünni İslam’ın Asya’ya yönelik seferleri 100 yıla yakın sürmüştür. Osmanlı İmparatorluğu da Emevi İmparatorluğunun benimsediği ideolojik Sünni-İslam anlayışı temelinde yapılanmıştır. Genel olarak Hıristiyanlık ile İslamiyet bu noktada aynı görüşleri paylaşırlar. Fakat Avrupa’da ortaçağ din anlayışının toplumsal yapısı burjuvazinin yeni siyasal yapılanmasına uydurulmuştur. İslamiyet’te ise bu yeniden yapılanma olmamıştır. Eskiden olduğu gibi bugünde devletler, dinin eski biçimiyle burjuvazinin yeni kurmaya çalıştığı egemen bugün ki toplumsal dini biçimi ekonomik, siyasi ve ideolojik yapılanmalarına göre, siyasi bir istikrarsızlık aracı olarak kullanmaktadır. Dolayısıyla bilinç ve iradede eski biçimle yeni kurulmaya çalışılan biçim arasında gidip gelmektedir. Bu anlayışlar örgüt ve kadrolarda yansımaktadır. İnsandan dışlanmış soyut iradeyle somut çıkar ilişkilerine bağlı oluşturulan mekanik-atomcu irade arasında gidip gelmektedir. Bu bilinç, inançların yerini alacak kadar toplumsal mülkiyete düşman bir tarihsellik içinde özel mülkiyetle geçmişe bağlıdır. Bu bilinç ve yaşam biçimi sosyal sınıf ve tabakalara da tarihsel olarak yedirilmiştir. Solun yaslandığı bu alandan da sola ideolojik olarak katılan şeyler vardır. Egemen din ideolojisi bilinciyle, dine inanmasalar da, egemen milliyet ve din ruhuyla,milliyet ve mezhep sorunlarına yaklaşmaktadırlar. Diğer yandan ‘kutsal’ kabul edilen ‘kitaplar ve insanlar’ vardır. Birde orta sınıfsal temelde bir yaşam biçiminin ve çıkar ilişkilerinin normal görülmesi. Buda iki cepheden ön kabuldür. Bunlar tartışılmazdır.
Bu Sünni-din ideolojinin etkileri kitabından alıntı yaptığım Musa Şanak’ta da gözükmektedir. “İslam’ın Sünni mezhebinin gelişimi Kürdistan’da günümüze kadar etkisini gösteren, milli özelliklerin, dil ve kültürün gelişmesine neden olmuştur.” demektedir.
Halbuki Türk ve Kürtlerde Sünni İslam içinde eritilerek egemen devşirme bir kültür dayatılmıştır. Türk ve Kürt ulusal özellikleri ise ancak Alevilik içinde varolmuştur. Hatta bu durum ulusçuluğun aşılması biçiminde somutlanmaktadır. Osmanlı döneminde de Sünni İslamlaştırma devam etmiştir. Devletin kurumlaşmasıyla birlikte egemen Sünni İslamlaştırma politikası ezilen ve İslam’ı kabul etmeyen çeşitli etnik köken ve inançlardan gelen toplulukları ezme politikası olarak devam etmiştir. Devşirmeci egemen bir kültür şekillendirilmiştir. Devşirme kültürünün sistemleştirilmesiyle, askeri yapıdan başlayarak, bu sistem tüm topluma dikte edilmiş ve insanların kulluğuna dayanan bir toplumsal sistem haline getirilmiştir. Bu sistem İslam’ın kulluk anlayışıyla da ötüşmektedir. Diğer yandan İslam olmadıkları halde bugün ulusal özelliklerini koruyan Türk unsurlar vardır.

Karaimler gibi, Türkçe konuşan, Türklüklerini bilen Musevi halklar olduğu gibi, Gagavuzlar gibi Türk olduklarını unutmamış Hıristiyan Türklerde Yaşıyor yeryüzünde. ☺

Burada, milliyet-din ilişkilerinde, sol egemen-Sünni din anlayışı ile Türk ve Kürt-İslamcı sağ bakış açısı birleşmektedir. Bunlardan birisi Türk-İslam sentezi zeminindeki zorlama diğeri de Kürt-Sünni egemen zeminindeki, Emevi-İslamcı, bir zorlamadır; çünkü ilkel topluluklarda klan insan topluluklarının temel biçimidir. Kan bağıyla belirlenmiştir. Giderek kan bağının önemi azalmış ve çeşitli klanların birleşmesiyle birbirleriyle akrabalık bağları olmayan topluluklar oluşmuştur. Ne var ki köleci ve feodal üretim düzenleri toprak ve üretim birliğinin sağlanması, ekonomik yasam birliğinin sağlanmasını engeller. Toplumların uluslaşması için kapitalizmin gelişerek feodal bölünmeleri ortadan kaldırması gerekiyor. Kapitalizmin gelişmesiyle birlikte uluslar doğmuştur. Ulusların doğuşundan sonra ulusallık kavramı anlam değiştirmiş ve ulusun etnik temeli tanımlanmaya başlanmıştır.
Alevi Felsefesine göre, maddesiz bir varlık olmaz. Ortodoks İslam’a göre tanrı varlıktan bağımsız ve ondan ayrıdır. Tanrı yaratılmamıştır. Tanrı yaratıcıdır. Tanrı varlıkları ve dünyayı yaratmıştır. Kuran’ın karsısında bağımsızlaşmayan düşünce hakim olunca her araştırma gücünü yitirmiştir. Dünyadaki bütün bilimsel ve teknik gelişmelere rağmen İslamiyet’te bir aydınlanma hareketi ortaya çıkmamıştır. Özellikle Türk-İslam sentezcileri, Müntezile’yi aydınlanmacı diye öne çıkarmaktadırlar. Bunların aydınlanmacı olduğu doğrudur ama Sünni-İslam oldukları doğru değildir. Bu tarihi bir çarpıtmadır. Halbuki Müntezile İslam-Sünni anlayışını temsil etmemektedir. Müntezile, alevi itikat mezheplerinden biridir. Bunlar, ‘insan bütün davranışlarının yaratıcısıdır’, demişlerdir.

“Müntezile mezhebinin köken olarak çıkışı eski olmakla birlikte, mezhep halini alması, Emeviler dönemine denk gelir. İtikat anlamında ilk görüşlerini Kadiriye mezhebine dayandırmıştır; fakat, süreç içerisinde düşüncelerini geliştirerek görüş ayrılıklarını belirginleştirmiş, Alevi itikadının en kapsamlı ve en gelişkin mezhebi halini almıştır. Bu yüzden,
Müntezile mezhebi, eğmen siyasal iktidara karşı düşünce ve inanç alanındaki ilk muhalefet olarak değerlendirilebilir.” ☼

Alevilik içinde eriyen anadoludaki Batınilikte, İslam’ın ehli sünnet inançlarına aykırı düşündüklerinden ötürü de onların kitapları yakılmıştır. Bu anlayışları çürütmek için İslam felsefecileri onlardan alıntı yapmışlardır. Bu görüşler İslam yapıtlarından dolaylı olarak çıkartmaktadır. Batıniler evrenin yaradılışında beş öğe olduğunu söylemişlerdir:

“sabık (Her şeyden önce varolan, tanrı, ama yaratıcı değil,bir oluşu başlangıcı ve ilkesi, oluşma onun istemiyle oluşmuyor, sadece onunla başlıyor),Tali (Her şeyden önce varolanın ardından gelen us, erkek ilke), Cedd (Özdeğin biçimlenme yeteneği, bir çeşit nefs, dişi ilke), Feth (oluşmanın, içinde gerçekleşeceği uzay), Hayal (oluşmanın, onunla gerçekleşeceği zaman).

Bu anlayış bilim öncesi bir maddeci anlayıştır. Diğer yandan geleneksel tasavvuf anlayışında “Vahdet-i Vücut” (Varlık Birliği) anlayışı hakimdir; Oysa Alevi felsefesinde “Vahdet-i Mevcut” (Mevcut Birliği) anlayışı hakimdir. Vahdet-i Vücutta, hem gövde, hem de var-olan anlamı bulunmaktadır. Bu da bir ikilemi çağrıştırmaktadır. Bunun yerine var-olanı daha net biçimde ifade eden Vahdet-i Mevcut kavramı kullanılmaktadır. Bu da varolanların birliğini ifade eder. Bu yüzden maddesiz bir varlık düşünmek mümkün değildir. Doğal olarak da evrensiz bir tanrı yoktur ve bunu da kabul etmek olanaksızdır. O halde tanrı her zaman maddeyle birlikte vardır. Ayni zamanda varolanlarla birlikte vardır. Yani varlıkla vardır. Şeyh Bedrettin, “doğa ve tanrı bir ve ayni şeydir” diyordu. Ona göre mutlak varlık , birlik olarak tanrı, çokluk olarak da doğaydı. Mutlak varlık, madde ve ruh biçiminde ortaya çıkıyordu. Bunlar da birbirinden ayrılamazdı bu yüzden bunlar eş düzeydeydi. “Deccal” ya da “Mehdi” gelmeyecek, kıyamet kopmayacaktı. Şeyh Bedrettin dünyanın oluşmasıyla ilgili 1420’lerde şunları da söylemiş ve idam edilmiştir.

“Evrenin başlangıcı ve sonu yoktur. Evren kendisini oluşturup, dengeleyen önsüz ve sonsuz bir süreçtir.” 

Bedrettin bu bilimsel tespiti bu tarihlerde yapabilmiştir. Bunlara bağlı olarak da cennet ve cehennemin dünyaya ilişkin olgular olarak değerlendirmesini yapmıştır. Ona göre Kuran’ı Kerim ve Kuran’ı Kerim bağlamında ayetlerde aynı konumdaydı. Yani dünyaya ilişkin olgulardı. Bu yüzden alevi felsefesinin çıkış noktası maddeci doğa tanrıcılıktır. Düşünceci materyalizm anlamındaysa varolanların, varolmasını sağlayan ve varolanlardaki ortak olan ilkeler anlamındaki tanrı, soyut değerlerin bağımsızlaşmış bir biçimidir. Bu felsefi anlayış aşılmıştır.
Doğanın insan bilincinden bağımsız olarak var olduğunu ileri süren materyalist anlayışla, alevi felsefesi örtüşür . Anadolu tasavvufu, doğa tanrıcılığı yani varlık birliği anlayışıyla yeniden diriltilerek, bunun dışa vurması biçiminde tezahür eden (görünen) insan tanrıcılığını felsefesine ekledi.İnsan-maddeci materyalizm anlamındaysa varolanların, varolmasını sağlayan ve varolanlardaki ortak ilkeler anlamındaki cevher, bir alt birlikte yani insan-maddede somutlaşan bir biçimdir
Bu yaklaşımı Bektaşi ozan Edip Harabı’nın (1853-1917) dizelerinde bulmak mümkündür.

Daha Allah bile cihanda yok iken
Biz anı var edip ilan eyledik
Hak’a hiçbir layık mekan yok iken
Hanemize aldık mihman eyledik
.......................................................
Gerçek insanları bilirdim Allah
Ondan gayrisine tapmazdım billahi
Ne Kabe kalırdı ne de Beytullah
Yerine bir arpa eker giderdim

İnsanlıktan başka olmazdı cennet
Yok olurdu Isa , Musa, Muhammet
Kalkardı dünyada mezhep, tarikat
Dinlerin bağını çözer giderdim

Bir olurdu zengin fakir her zaman
Çaresiz dertlere olurdum derman
Ne gavur kalırdı ne de Müslüman
Tümünü bir yola çeker giderdim
...................................................
.
Dinlerin ve yaşam biçimine dayalı inançların tarih içinde aldığı sosyal ve toplumsal konuma göre dinin ve inancın bizim de üzerimizde objektif ve sübjektif iradi etkileri vardır. Bu etkiler bugün egemen kapitalist üretim biçimi içinde dinin ve inançların işgal ettiği yere göre burjuvazinin din ve inançlar karşısında aldığı tavır, kapitalizmin gelişmesine göre değişmektedir. Her iki biçiminde de önceden belirlenmiş bir irade vardır.Bunlardan birisi bağımlı diğeri ise özgür iradedir. Bağımlı olan ezen ulus dininin tarihsel egemen toplum biçimi ve ilişkileri bugünkü sömürücü toplum yapısıyla ideolojik, politik ve ekonomik olarak bütünleşmiştir. Bu yanıyla egemen din sömürücü toplum biçimine toplumsal-sınıfsal ve tikel sınıfsal ilişkilerle sömürü sistemine yamanmıştır. Bu belirlenmiş ideolojik irdeye göre insanlar sosyal pratik eylemlerini organize etmektedirler. Bu irade ve pratiğin ezilen toplumsal kitleler üzerinde genel olarak hegemonya oluşturmaktadır. Bu iradedeki değişiklikler kapitalizmin gelişmişliğine paralel olarak ta çözülerek yeni oluşacak egemen toplumsal ilişkiler yönlendirilmektedir. Ulusal ve uluslar arası sömürü ilişkilerine yeniden din biçimi verilerek ‘ulusal egemen dinlerin kardeşliğine’ dayalı uluslar arası sömürüye sınıfsal taban oluşturulmaktadır. Bu egemen din anlayışına dayalı ideolojik bakış açısı ve pratiği sosyalist hareketler içinde de etkileri gözükmektedir. Ortaçağda ezilenlerin mücadelesinde kızıl bayrak olan ‘heteredoks mezhepler’in merkezi imparatorluklar karşısındaki siyasi tavrı sosyalist hareketler tarafından din gibi algılanmaktadır. Bu günde bu durum değişmemiştir. Dünya görüşü olarak sömürü sistemine karşı olmasına rağmen din gibi algılanmaktadır. Ulusal egemen devletler de baskı ve ekonomik teröre dayalı ‘ezilen mezheplerin’ dini yönünü vurgulayarak, siyasi dünya görüşleri reddedilerek, ‘ezilen mezhepleri’ egemen dinlerle bütünleştirmeye çalışmaktadırlar. Bu yanıyla sosyalist hareketlerin egemen ulus-din ideolojik yaklaşımı bunları sosyalist hareketlerden uzaklaştırmaktadır. Bu burjuva egemen görüşler kapitalizmin gelişmişliğine paralel de farklı farklı ideolojik kimliklere bürünmektedir.
Bizim ideolojik bakışımız kozmopolitan politik, ideolojik ve ekonomik bakış açısını içeremez. Çünkü bu yaklaşım biçimi tikel-insanı ve tümel-insanı tarihsel olarak reddetmektedir. Bu reddedişin tarihsel toplumsal ve bireysel nedenleri vardır. Bu, virtüel egemen tarihsel toplum biçimini bugün ki virtüel bir toplum ve birey gerçekliği olarak olarak kabul edilmektedir. Bu, sömürü düzeniyle tarihsel-sınıfsal işbirliğidir. Dünya sosyalist hareketlerinin tarihsel-toplumsal ve tikel-sosyal tarihsel-egemen bakışlarıyla ve pratikleriyle bir hesaplaşmayı önlerine koymaları gerekmektedir.

Gazi eke

 

 



 

 
Haarlem Ehlibeyt derneği,  Email: ehlibeyt2002@yahoo.com