Alevilik Müslümanligin disindadir

 
İçindekiler

Alevilik nedir?

Modern Alevilik

Aleviliğin kökleri

Alevi İnançları

Dedelik


Cem

Alevi teorisi Pratigi

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"IRK","ULUS" VE EGEMEN-DİN SORUNUNDA KARŞIMIZA ÇIKAN SORUNLAR


İlk olarak bir tanımdan yola çıkarak, bizim karşımıza çıkan, milliyetle ilgili sorunları ortaya koymaya çalışalım.

Milliyet “Ulus dil ,toprak, ekonomik yaşam ve ortak ekin biçiminde beliren ruhsal biçimlenme birliğiyle tarihsel süreçte oluşan insan topluluğudur”.

Türkler ve Macarlar aynı kökenden olmalarına rağmen bugün farklı uluslardır. Fransız ulusu, Galililerden, Romalılardan, Bretonlulardan, Germenlerden; İtalyan ulusu Etrüsklerden, Yunanlılardan, Araplardan, Romalılardan, Germenlerden meydana geldikleri halde tek ulusturlar. İlkel topluluklarda “ulus” kan bağıyla belirlenmiştir. Kan bağının çözülmesi ve çeşitli ulusların (klanların) birleşmesiyle akrabalık bağıyla bağlı olmayan siyasal topluluklar oluşmuştur. Feodal üretim tarzında ise toprak birliği ve ekonomik yaşam birliği oluşamıyordu. Ulusun oluşabilmesi için feodal bölünmelerin ortadan kalkması gerekiyordu. Kapitalizm bunu sağlamıştır. Ortaçağda bir İngiliz, Alman veya Amerikan ulusundan bahsedilemez, kökenlerden bahsedilebilir. Bu yüzden ulusun tarihsel bir başlangıcı ve sonu vardır. Geçmişte merkantilist ulusal pazarların parçalanıp, sermaye ihracına dayanan pazarın oluşturulmasıyla uluslar aşırı şirketlerin uluslar ötesi çıkarları ile ulusal şirketlerin alt-emperyalist “ulusal çıkarları” emekçi halkın aleyhine sömürüyü gittikçe daha da fazla derinleştiriyor. Uluslar ötesi emperyalist ve alt emperyalist güçlerin dünya imparatorluğuna doğru gidişi komünal toplumsal bir altyapıya temel oluşturmaktadır
Bu durum kozmopolitan ulusal ve uluslar arası dayanışma anlamındaki ulusun veya sosyal-sınıfın sınırlanmış burjuva kardeşliğini sağlar. Bu tarihsel bir egemenlik biçimidir. Bu gün de sürdürülen tarihsel egemenlik biçimlerinin geriye doğru izlerine bakacak olursak şu sonuçları kolayca çıkartabiliriz.
On altıncı yüzyılın başlarından, on dokuzuncu yüzyılın sonlarına kadar ticaret kapitalizmi dünyaya hakimdir. Önceki dönem, Avrupa’nın dünyaya ticaret operasyonlarını yaymaya başladığı ilk dönemlerdi. Avrupa dışardan gelen saldırılara sahne olmuştur. Moğol hakanı Öğedey’in ölümü üzerine Moğolların batı ilerleyişi durmuştur. Diğer yandan 1683’te Osmanlının Viyana kapılarından uzaklaştırılması dünya tarihinde belirleyici bir etkendi. Bundan sonra ABD ve SSCB’nin ortaya çıkmasıyla Avrupa güvenlik altına alınmıştır. Bu deniz aşırı ticaret operasyonları için bir sıçrama tahtası olmuştur.
Uzun ticaret kapitalizmi dönemi boyunca Avrupalı tüccarlar silah gücüyle desteklenmiştir. Avrupalı tüccarlar, Afrika sahillerini, Kuzey ve Güney Amerika’yı işgal ettiler. Bu bölgelerin hapsinde ileri karakollar kurdular. Avrupa dan Amerika’ya göçü başlattılar. Afrika ve Asya da on yedinci ve on sekizinci yüzyıllarda birleşik tacir organizasyonlarına tekel ayrıcalıkları veriliyordu. Bunların etkinlikleri tehdit yada kaba kuvvetle doğrudan destekleniyordu. Bu kuruluşlar, devlet desteği sayesinde onaylanan yağmayla mübadele şartları elde etmişlerdir. Krallar ticaret gemilerine saldırma ve el koyma yetkisi,korsanlık, verecek kadar ileri götürmüştür. Aynı zamanda Avrupalı devletler yağma ve talan ettikleri ülkelere ve orada yaşayan insanlara karşı da Avrupalı devletlerin kendi aralarında uyguladıkları kurallardan değişik kurallar uyguladıkları görülmüştür.
“Nitekim bu ülkeler üzerinde yaşayan yerli kavimlerin hukuksal açıdan varlıkları reddedilerek bu ülkeler Avrupalılarca “sahipsiz ülke” olarak değerlendirilmiştir.” ☻

Bunların sonucunda Amerika kıtasında Avrupa’nın kültürel ve dinsel değerlerine sahip yeni birtakım devletler ortaya çıkmıştır. Aynı zamanda bu alanlardan geniş bir biçimde Avrupa’ya servet transferi olmuştur. Bu servetin bir kısmını devlet almıştır. Bir kısmı da Avrupa’daki imalatta yatırıma fon sağlamak amacıyla sermaye olarak kullanılmıştır.
Bu şekilde İspanya, Meksika ve Peru’dan büyük miktarda gümüş, Portekiz de Brezilyadan altın getirmiştir. İngiltere, İspanya ve Portekizlilere karşı korsan operasyonları sayesinde büyük karlar elde etmiştir. İngiltere, Hindistan ve diğer kolonileştiği yerlerden de servet akışı sağlamıştır. Bu girişimlerin sonucunda Avrupa da büyük değişikler olmuştur. Bu değişiklikler ülkeden ülkeye farklılıklar göstermiştir. Hammaddenin, altının ve gümüşün İngiltere’ye akışı İngiltere de yerli sanayinin gelişmesini ve güçlenmesini sağlamıştır.
Genel olarak toplumlarda Batı ticareti yönünde ve yörüngesinde ekonomik, siyasi ve kültürel erozyonla karşı karşıya kalmıştır. Aynı zamanda kültürel farklılıkların ortadan kaldırılması ve batı hayat tarzlarının doğrudan kabul ettirilmesi yoluna başvurulmuştur. Bu fiziksel olarak insanların katledilmesine kadar ileri götürülmüştür. On beş milyon civarında Afrikalı köle, yurtlarından sökülüp Kuzey ve Güney Amerika’ya götürülürken kölelerin büyük bir kısmı yolda ölmüştür. Kuzey Amerika’da yerli nüfus on sekizinci yüz yılın sonuna kadar tamamen yok edilmiştir. Güney Amerikanın yerli nüfusu on altıncı yüzyılın başlarından on sekizinci yüzyılın ortasına gelene kadar nüfusun % 40 oranında azaldığı hesaplanmıştır.
Geleneksel üretim biçimlerinin Avrupa’dan değişik ürünler talep etmesi üzerine yerleşik ticaret kalıpları gerilemiş ve kırılmıştır. Bu siyasi çözülme yönetim mekanizmalarına doğrudan müdahalenin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Sömürgecilik aynı zamanda, sömürge toplumlarında ikili bir ekonomik sistem yaratmıştır. Bu iki sektör arasındaki servet ve gelir eşitsizliğidir. Bu yapı bir biriyle ilişkilendirilmiştir. Avrupa da kentsel kalkınma sanayileşmeye paralel gider diğer ülkelerde de bu ilişki yoktur. Sömürgecilik bu şekilde bir ülkede iki ayrı kültürde yaratmıştır. Birisi modern-batıcı diğeri ise gelenekseldir. Bu ekonomi-politikanın etkileri bugün dahi vardır. Kısacası sömürgecilik on dokuzuncu yılın sonlarına kadar dünyada yayılmasını sürdürmüştür.
Birinci Dünya Savaşı öncesi eski-sömürgecilik emperyalist sermaye ihracının önünde engel oluşturmaya başlamıştı. Eski-Sömürgecilik ekonomik ve siyasi olarak belli bir toprak parçası üzerinde,ne kadar geniş de olsa, ticaret zeminine dayalı bir imparatorluktu. Bu dönemde liberal sanayi burjuvazisi ekonomik,sosyal ve siyasi birikimini yaparak merkezi krallıklara dayalı bu siyasi yapılanmayı ulusal-devlet biçimi, cumhuriyet, zemininde zorlamaya başladı. Sanayi burjuvazi serfleri, köylüleri ve manüfaktürlerde çalışan insanları arkasına alarak bu siyasi yapılanmanın içinde güçlendi. Çünkü Feodal üretim tarzı gelişen üretim ilişkilerinin önünde engeldi. Bunun sonucunda sanayi burjuvazisinin önderliğinde yapılan devrimler gündeme geldi. Yapılan devrimlerden sonra bu ülkelerin sosyal, siyasal, ekonomik ve ideolojik yapısına sanayi burjuvazisi hâkim oldu. Sanayi burjuvazisi, yeni ekonomik yapılanması doğrultusunda dünyada yeni nüfuz alanları yaratmak zorundaydı. Emperyalist sermaye ihracının önünde engel olan eski yapının olması, dünyanın ekonomik-siyasi yapısının yeniden düzenlenmesini gerektirdi. Emperyalizm sermaye ihracına uygun yeni bir dünya politikasını gündeme koydu. Birinci Dünya Savaşının çıkış nedeni de buydu. Savaş dünyadaki bu yeni yapılanmayı kurmak için çıkmıştı. Dünyadaki yeni yapılanma "Bağımsız Cumhuriyetler"dönemiydi. Bu politika "Ulusların Kendi kaderini Tayin Hakkını" gündeme getirdi. Bu dönemde dünyada, emperyalist sermaye ihracının önünde engel olmayan siyasi bir yapılanma gerekliydi. Emperyalizm sermaye ihracına engel olan tüm duvarları, burjuva cumhuriyetleri araçlarıyla yıktı. Bunun sonucu olarak da dünyada ezen-ulus ve ezilen-ulus "sosyalistlerinin" ayrılığı gündeme geldi. Bu sorunda ki politik ayrılıkta komünist ideolojik bir ayrılık değil burjuva-demokrat bir ayrılıktı.
Bu eğilimlerin ideolojik,politik ve örgütsel anlayışlarının etkileri bu günkü "sosyalist" hareketlerin içinde geriye doğru ve ileriye doğru ideolojik bir hat çizmektedir. Bu iki yapılanmanın ideolojik, siyasal, ekonomik ve örgütsel anlayışlarına dayalı bir "sosyalizm" düşüncesi ve tavrı vardır. Bunlar devlet ve egemenlik sorunu; demokrasi sorunu; din ve milliyet sorunudur. Bu anlayışlar geçmişten devralınmış burjuva anlayışlardır. ‘Egemen ve ezilen ulusun sosyalistlerinin’ iki politik, ideolojik ve örgütsel eğilimin izdüşümleri Dünyada ve Türkiye de "sosyalist örgüt ve hareketler"in içinde de vardır. Bu iki anlayış da egemenlik alanına sıkıştırılmış toplusal bir burjuva politikasıdır. Dünyada ve Türkiye'de ki sosyalist hareketler bu politikanın sonucuna tabi olmuşlardır. Dolayısıyla dünyadaki ve Türkiye'deki "sosyalist örgüt ve hareketler" burjuva egemenliğinin tayin ettiği kendiliğinden işleyen ideolojik ve pratik bir tasfiye politikasının içindedirler. Komünistler geçmişten kalan bu iki anlayışla geriye doğru gerek ideolojik gerek politik gerekse örgütsel planda yeniden yeni bir tarihsel hesaplaşmayı önlerine koymaları gerekiyor.
Çünkü gerek kapitalist gerekse sosyalist egemen ve ezilen ulusların birlikte oluşturacağı federasyon veya ulusların birbirinden ayrıldığı bağımsız bir devlet yapısı da dahi ulusların eşitsizliğini ortadan kaldırmaz. Eşitsizlik dünyada uluslara dayalı ekonomik çıkar var oldukça sürecektir. Biz egemen veya ezilen ulus diye ulusların birbirinden ayrılmasıyla oluşturulmuş ulusların içinde insanın bir nesne olarak kullanıldığı bir toplumsal yaşam biçimini hayal edemeyiz. Çünkü böyle toplumsal bir koşulda insan özgürleşemez. Biz yeni bir toplumsal sitem öneriyoruz. Egemen veya ezilen milliyet zemininde soya veya toprağa dayalı bir vatandaşlık ilişkisinin yerini tikel bireye (insan) dayalı bir vatandaşlık ilişkisi almalıdır. Bugün ki ‘insanın’ üzerindeki tarihsel toplum biçimi ve ilişkilerinden devralınan tüm toplumsal egemenlik ve sömürü biçimleri kaldırılmalıdır. Bu var olan ulusların içindeki insanların tikel insan ve tümel insan zemininde kendilerini özgürce ifade edebileceği yeni bir insan-toplumsal sitemin yaşam biçimini ortaya çıkartacaktır
.Biz “ulusal çıkarların” içerden aşıldığı komünal, genel bölünmemiş insanın birliğine dayalı tarihsel olarak sınırlanmamış bir toplumsal örgütlenme ve ilişkiyi temel almamız gerekiyor.
Dinle ilgilide arkeolojik araştırmalar dinsel tasarımların ancak elli bin yıldan beri varolduklarını ispatlamışlardır. Demek ki insan 20 milyon yıl, din düşüncesinden uzak yaşamıştır. İlk tasarımlar insanın doğa karşısındaki güçsüzlük duygusundan doğmuştur. İnsanla doğa arasındaki ilişki, doğa tarafından yaratılan güç arasında, daima bir efendi, köle ilişkisi olarak kalmıştır.
Kırgız-kazaklarında ölümün hemen ardından ve cenaze töreni sırasında insanlar yüzlerini keserek yakınırlardı. İnsanlar ölünün çadırının etrafında törensel at yarışı yaparlardı. Bu törenler bir ritüel gerekliliği olarak ceset çadırdan çıkarılırken ağlanabilirdi.

“cenaze çadırının kapısının önüne gelir gelmez yüzlerini bir bıçakla kestikleri ve kanın gözyaşlarıyla birlikte aktığı görülmektedir” 
Bu durum yüzün tırnaklarla çizilmesi ve saçların yolunması şeklinde hala devam ettirilmektedir.
“De Guignes, yüzün yedi kez kesildiği ve dolayısıyla, bu kesiklerin yedi kez cenaze çadırı etrafında dolanmaya karşılık gelebileceğini düşünmektedir. Bu gelenekte kesinlikle gezegenlerin bir etkisi bulunmaktadır, çünkü kutsal olarak kabul edilen yedi rakamı yedi gezegenle bağlantılandırılmış olsa gerek.” 
“Pek korkulan ölüm olayını anlayıp açıklayamamak da, bu ilişkinin efendi yararına köleleşmesini sağlamıştır. Efendi öyle güçlüdür ki ölümden sonra da yardımını ve koruyuculuğunu sürdürecektir.” 

İnsanların doğada kendileri için yararlı gördüğü ve açıklayamadığı şeyler totem olarak seçiliyordu. Doğal iş bölümüyle de cins ayrımı zemininde oluşan erkek egemenliğine dayalı baba egemenliği kurumsallaşmıştı. Baba tarafından yasaklanan şeylerle doğa tarafından yasaklandığına inanılan şeyler iç içeydi. Burada dokunulmaz olan şey totemi oluşturuyordu. Totem her şeyden önce klanın ortak atasıydı. Totem aynı zamanda onlara bilgi veren ve onları koruyan bir güçtü. Onlar için dokunulmaz olan şeylerde tabuydu. Babadan gelen tabuyu cinse dayalı yasaklar oluşturuyordu. Anne dahi oğluna yemek verirken oğlunun yemeğini alması için yemeği yere bırakırdı. Burada totemle ilgili yasaklarla babayla ilgili yasaklar birbirinin yerine ikame edilmiştir. Bununla birlikte baba ile totemde birbirinin yerine ikame edilmiştir. Günlük yaşamda da kan bağına dayanmayan sosyal ilişkilere dayanan bu ailedeki yasak ve tabulara riayet ediliyordu. Gerçekte günlük yaşamdaki doğa güçlerinin egemenliği de insan zihninde doğa üstü biçimlere bürünmüş yansımalardan ibaretti. Oidipus’un grek efsanelerinde de bu durum açıkça yansımaktadır.

“Bu doğa bilmecesini doğanın yarı insan, yarı hayvan varlığı olan Sphinks çözüyor;babasını öldüren, anasının kocası olan Oedipus doğanın kutsal düzenlerini de dağıtma gereğinde kalmıştır. Evet, söylence bize, bilgeliğin, özellikle Dionysos’ca bilgeliğin, doğadan gelen engelle ilgili bir korku nesnesi olduğu konusunda, sözcüğün tüm anlamıyla, bir şeyler fısıldamak ister gibi görünüyor. Kendi bilgisiyle yokluk uçurumuna düşen kimse, kendi kendine, doğayı da eritip tüketmeyi göze almıştır, diyor. ’Bilgeliğin doruğu, bilgelere dönerek; Bilgelik doğada kan dökmedir’ söylüyor: böylesi korkunç sözleri bize bildiren söylencedir. Hellen ozanı, bir güneş ışığı gibi, söylencenin korkunç ve yüce Memnon sütunlarına vurur, Spokles’in ezgilerinde, birdenbire sesler çıkarmaya başlar...” •

Fakat grek sanatçısı, özellikle bu tanrısal varlıklara inanıştan dolayı, değişen insanın tanrıya bağımlılıklarının karanlık duygusunu sezmişti. Aiskylos’un Prometheus’un da da bu duygu simgeleşmiştir. Mitolojiye göre tanrıları ve insanları yaratan Prometheus, tanrıdan çaldığı ateşi içi boş bir sopaya saklayarak insanlara götürür. Ateşin ele geçirilişi ise suçtur. Ateş gasp veya hırsızlıkla ele geçirilmiştir. Burada ateşin kontrolü suç düşüncesiyle birleştirilmiştir. Çünkü ateşin kontrolü insanlara avantaj sağlayacak. Dolayısıyla Prometheus, insanlara, Zeus karşısında avantaj sağlamıştır. Mitte oyuna gelen tanrılar olmuştur. Prometheus, kayaya bağlanır ve her gün bir akbaba karaciğerlerini yer. Eski çağlarda karaciğer ise her türlü tutkunun ve arzunun kaynağı kabul edilirdi. Halbuki mitlerde tanrılara her türlü arzunun doyumu için izin verilirdi. Dolayısıyla tanrıların ensest ilişkileri vardı. Mitolojide bir insan arzusu, tanrısal bir ayrıcalığa dönüştürülmüştür. Mitolojiye göre Prometheus’a iç dürtülere boyun eğdiği için ceza verilmiştir. Halbuki tam tersi doğrudur. Burada bir çarpıtma vardır. Prometheusta iç dürtülerden bir vazgeçiş vardır. Çünkü Prometheus ateşi insanlara getirerek ateşin insan ve uygarlık açısından ne kadar gerekli olduğunu insanlara göstermiştir.
İnsanların yerleşik yaşama geçmeleriyle birlikte totem hayvanlar sosyal aile törenlerin de kesilip yenmeye başlanmıştı. İnsanlar içinde totemlerin tabuları ağır ağır yumuşamaya başlamıştı. Yalnız baba emenliğine dayalı tabular ve dokunulmazlıklar devam ediyordu. Güçlü erkek, kabilenin hepsinin efendisi ve babasıdır. Kan bağına dayanmayan sosyal ailedeki kadınların hepsi babaya aitti. Bu ailenin içinde kan bağından olanlar kadınlar da vardı. Baba bunların hepsiyle cinsel ilişkiye girebiliyordu. Diğer kabilelerden gasp edilen kadınlarda onun malıdır. Aynı zamanda babaların kızlarını ve oğullarını öldürme hakkı da vardı. Oğullar babalarının kıskançlığını kamçılamaları halinde öldürülür veya kabileden sürülür. Fakat en küçük oğlan korunurdu. Bu durum Altay’daki Doğu Tu-kiulerinde şöyle olurdu.
“Baba veya büyük erkek kardeş öldüğü vakit, oğullar veya küçük kardeşler birbirlerinin eşleriyle yada kız kardeşleriyle nikahlanırlardı.”☺

Grek efsanelerinde anlatılan insanların aşk tutkusuyla ilgili düşünceleri sosyal ilişkilerine de şöyle yansıyordu.

“İlkel insanın aşk tutkusuna - veya analitik bir ifadeyle libido sembolüne- benzer bir şey olarak değerlendirmesi, diğer ateş mitlerinde olduğu gibi, Prometheus mitinde de belirsizliği [bulanıklığı] artıracaktır. Ateşin yaydığı sıcaklık, cinsel heyecan durumuna eşlik eden duyumun aynısını yaratır; alevin şekli ve hareketi ise penis etkinliğini düşündürür. Alevin mitolojide bir penis anlamına geldiğine kuşku yok; Roma kralı Servius Tullius’un ebeveynlerine ilişkin masalda bulunan bir diğer kanıtı buluruz. Aşkın “yakan  ateşinden” veya “yalayan” alevden -böylece alevi dille kıyaslayarak - söz ederken ilkel atalarımızın düşünce modundan pek de uzaklaşmış olmuyoruz.” 

İlk olarak felsefe Batı-Anadolu da ortaya çıkmıştı. Batı-Anadolu da yaşamış Herakleitos ( İ.Ö 540 – 480 ), Anaksimandros ( İ.Ö 610 – 547 ), Thales ( İ.Ö 645/4 - 546/5 ) ve Anaksimenes ( İ.Ö 585 - 528) yaşadıkları çevreye bakıp nesnelere ilişkin olarak “bu nedir” diye sorduklarında verdikleri yanıtla fizik yapmışlardı. Fakat Sonradan Ege’nin karşı kıyısında Athenaı’de yaşayan Sokrates (İ.Ö470/69-399), Platon (İ.Ö428/7-348/7) ve Aristoteles (İ.Ö384-322) ise insanın doğasına ve pratik işlerine ilişkin sorular sormuşlardı ve verdikleri yanıtla da metafizik yapmışlardı.Grek felsefesi üzerinde ise Anadolu’dan felsefi etkiler vardı.Grek sanatçısı, kendini, insanları yaratma, Olimpos tanrılarını yok etmek amacıyla başkaldırıcı inançlar içine girmiştir. Prometous söylencesinde insan, bağımsız olarak ateşi beklemiş, onu göğün bir hediyesi olarak değil yıldırımdan veya güneşten almıştır. Grek sanatçısının yarattığı ürün, insan adına, insanın dini bir toplumsal sistemin nesnesi olmasını reddeden ilk sezgisel ifadelerden biriydi.
Genel olarak bu inanışlar toplumsal sistem içinde yer saltanatının efendisi, kralını aramaya dönüşmüş sonra da bu kutsallık milli egemenliğe dayalı kutsal bir güç olmuştur. Tüm bu tarihsel egemenlik biçimleri burjuvazinin bugün ki sonsuz sömürü ilişkisinin sürdürmesinde toplumsal bir araç olmuştur. Kaplamsal toplumsal ilişkiler içinde ki sınıf ve tabakalara bu sosyal roller tarihsel olarak verilmiştir.
Antik toplumlardan toprak köleliğine dayanan feodal toplum biçimine geçilince, dinler, devlet dini olmuştur. Din aynı zamanda feodal toplumda egemen sınıfların sınıfsal bir ideolojisi olmuştur. Bu yüzden ekonomik ve toplumsal etkenler dinsel biçimlerde yansımıştır.
Dünyada sömürgeciliğin yayılmasında coğrafi keşifler önemli bir rol oynamıştır. Klasik sömürgeciliğin yayılmasının ideolojik temeli de din olmuştur. Burada din ayrımları başlamıştır. Dünyada yeni sömürgeciliğin başlamasıyla burjuvazinin din karşında aldığı tavırlarda da değişiklikler olmuştur. Fransız devrimiyle başlayan laiklik, dini hukuki olarak kamu alanındaki yerinden etmiştir. Fakat dini hukuki olarak yerinden etme ideolojik ol arakta yerinden etme değildir. Çünkü devletin kendisi kamu ve özel hukuk ayrımını içsel olarak yapmaktadır. Devletin alanı bu iki hukukunda üstünde olması nedeniyle ayrılır. Aynı zamanda bu bir ön koşuldur. Özel hukuk alanında laikliğin olmaması devletin hem egemen din toplumsal hem de devlet baskısı kanalıyla diğer heteredoks mezhepler üzerinde ideolojik bir hegemonya oluşturur. Bu ideolojik-hegemonya çoklu bir hegemonyadır. Bu sorun zaman zaman ideolojik-hegemonya sorununu olmaktan çıkartılarak genel ve özel tehdit, yıldırma ve imhaya dönüştürülmektedir. Bu imha din, ırk ve egemen-ulus bazı üzerinden yürütülmektedir.
Aynı zamanda ırklar teorisi eski sömürgeciliğin yayılmasına paralel ortaya konmuştur. Irkı da bilimsel olarak kanıtlanmaya çalışmışlardır. Fakat ırkı bilimsel temellendirecek bir kanıt bulamamışlardır. Merkantilist dönemin sonlarına doğru dünyada liberalizmin güçlenmesiyle birlikte yeni sömürgecilik ortaya çıkmıştır. Bu süreçte dünyada burjuva cumhuriyetlerinin kurulmaya başlanmasıyla birlikte hem dinin hem de ırkın yeni sömürgecilik içinde oynayacağı rol yeniden belirlenmiştir. Dünyada kurulan ulus-devletler de bu ideolojik, siyasi ve ekonomik yapılanma içinde yer almaktadır. Ulus devlet toplumsal yapılanması bir yanıyla ırkçılık bir yanıyla egemen-din bir yanıyla şovenist ve sosyal-şovenist ideolojik tarihsel-insan bölünmesi üzerine bina edilmiştir. Irkçılık, şovenizm,sosyal-şovenizm ve egemen-din aynı zamanda kapitalist-emperyalist ulusalların ideolojik hegemonyası üzerine kurumlaşmıştır. Irk teorisi içinde yer alan kafatasçılıktan da milliyet zeminine dayanan milliyetçi ve sosyal-şovenist ulus tarifine kapı aralanmıştır. Din ve milliyet ilişkileri klasik ve yeni sömürgeciliğe bağlı olarak tanımlanmıştır. Bu teoriler egemen tarihsel-sınırlandırılmış ideolojik bir hegemonya ve jenosit üzerine bina edilmiştir. Bu anlayış ve pratikler bugün de devam etmektedir. Irkla ilgili teori, ansiklopediler de söyle tanımlanmaktadır:

Irk,”Bir canlı türünde, aynı karakteri taşıyan bir kısım bireylerin meydana getirdiği alt bölüm.”  yine bir başka ansiklopedide ırk şöyle tanımlanıyordu.“İnsan türünün alt bölümü” 

Burjuvazi bu kadar cüretkar davranabilmiştir. Halbuki bu ayrım başlıca evcil hayvanlara uygulanıyordu. Evcil hayvan ırkları; endogami ve suni ayıklama sonucunda meydana geliyordu. Özgül değer taşıyan bazı karakterleri aynı hayvanda birleştirilmeye çalışılıyordu. Bu anlayış bilim adına, klasik sömürgeciliğin başlamasına paralel de ırklar teorisi ortaya konmuştur.
Dünyanın keşfi ve sömürgeciliğin Batı Afrika ve Uzak Doğuyu fetihleri sırasında, Avrupa ideolojisine dayalı, “uygar sömürgeci teorileri” temellendirmek için yapılmış teorilerdi. Onlara rağmen bir ırka ait-özgü “belirtici” gen araştırmaları başarısızlığa uğramıştır. Eğer herhangi bir ırka ait önemli sayıda bireyde sadece onlara özgü bir gen bulunsaydı gerçekten o gen “belirtici” olacaktı.
Bugün bildiğimiz kadarıyla insan, 2-3 milyon yıl önce yaşadığı, radyo-izotop tekniği ile saptanan, Australopithecus’tan günümüz insanının atası sayılan Homo sapiens’e kadar biyolojik bir evrim sürecinden geçmiştir. İnsan Australopithecus’tan başlayarak, Homo Erectus, Kro-Magnon ve Homo Sapiens’e kadar biyolojik bir evrim süreci geçirmiştir. Homo Spiensi de bugün ki insan olarak görmek mümkündür. Bu evrim ve sıçramalı süreçte insanlık hem biyolojik hem de kültürel boyutlarda gelişmiştir.

“Milyon yıllarla ölçülen bu süreçte biyolojik ve kültürel evrimin çok uzun bir süre karşılıklı ilişki ve etkileşim içinde geliştiği söylenebilir. Australoptiek adı verilen ilkel türün yaşadığı çağlarda insanoğlunun öğrenme gücü ve kapasitesi kültürel evrimin hızını sınırlamıştır. Bu çağlarda merkezi sinir sistemi dil öğrenmeye elverişli olanlar, dil öğrenmede geri kalanlara karşı üstünlük sağladılar.” ¤

İnsanlar dil aracılığı ile atalarının bilgilerini, yaşantılarını ve törelerini öğrenip aktarabiliyorlardı. Dil sadece anlaşma arcı değil ortak bir bilgi hazinesi de oluyordu.
Klasik ırk tanımını insanların görünür benzerlik ve ayrılıklarına, fenotip, göre insanları sınıflandırıyorlardı. Bu günse bilimsel araştırmalar da gözle görülmeyen benzerlik ve farklara göre, genotip, insanlar sınıflandırılmaya çalışılmaktadırlar. Bunlar üzerine de sürekli tahmin yapmaktadırlar.

“Oysa, bundan doksan yıl kadar önce İsveç ordusunda yapılan antropometrik bir araştırma, askerlerden yalnız % 11’inin bu özelliklere sahip olduğu açığa çıkmıştır; %29 sarışındır ancak kafa biçimleri uzun değil yuvarlaktır.”  Bu fenotip bir araştırmaydı. Genotip özelliklerde ise “cinsel organın salgıladığı plazmadaki cinsiyet hücrelerinin çekirdeklerinde kromozom adı verilen çubuk şeklinde yapılar vardır. Her canlı türünde kromozom sayısı değişiktir. İnsanda, 23’ü anadan, 23’ü babadan gelen 46 kromozom vardır. Her gen veya gen grubu organizmanın belli bir bölümünün yapısını ve görevini belirler Gen biyolojisine göre bütün genlerin kimyasal pozisyonlarının toplamı milyarlar ve milyarlarla ulaşır. Bu nedenle, genetik bakımdan tam birbirine özdeş iki kişi bulmak son derece güçtür. “ 

İnsan biyolojisindeki görünmez genetik özelliklerden biriside kan grubudur. Fakat yapılan deneylerde de her kan grubunun birbiriyle uyuşmadığı görülmüştür. Toplumlar ve gruplar arasındaki dağılımlardan tam ve kesin anlamlı bir sonuçta çıkartmak mümkün değildir. Bir genotip araştırmadaki sonuçta şuydu:

Kan Gruplarının Bölgesel (kültürel) Dağılımı

Kan Grubu
Topumlar “0”
% A
% B
% AB
% Toplam
%
Avrupa 40-50 30-40 8-12 1-6 %100
Utes’ler (ABD ) 98 2 0 0 %100
Asya Moğolları 30 30 30 10 %100
Türkiye 36 43 16 5 %100
Kaynaklar:( Hoebel, 1968; 67 ), ( Bingöl, 1970 ) 

“Kan grubu ve PTC ( phenythiocarbamide ) testlerin ortak sonuçlarına göre beş çeşit genotip ırk vardır. Bunlar Kokazoid, Neğroid, Mongoloid, Kızılderili ve Avustralyalı ırklardır.” denilmektedir.

Ancak, k fenotip bir özellik ile genotip bir özellik arasında kesin ve anlamlı istatistiki bir ilişkinin olduğunu da söyleyememektedirler. Aynı zamanda bu bulgular içinde tasnif edilen insanların da aynı türün üyesi olduğunu itiraf etmek zorunda kalmışlardır.
Bu bulgular, antropolog ve genetikçilerin yaptıkları gözlemler ve araştırmaların bu güne kadar ırk diye tanımlanan insanlar arasındaki görünen benzerliklerin görünmeyen benzerliklerin sayısı ve öneminden çok daha küçük olduğu açığa çıkmıştır. Bu araştırmalar bütün insanların tek bir biyolojik insan ailesinin üyesi olduğunu göstermektedir.
Irk klasik sömürgecilik ve Milliyetse yeni sömürgeciliğe bağlı bir tanım olarak meydana çıkmıştır. Klasik sömürgecilik döneminde vurgu fenotipe yönelikti. Yeni sömürgecilik döneminde ise vurgu fiziksel, ve sosyo-kültür yapılanmaya yönelik olarak yapılmaktadır. Bu durum aynı zamanda milliyetlerin yaratılmasına yönelik tarihsel bir kapı aralamaydı.
Coğrafi keşifler döneminde Hıristiyan misyonerlerin askeri güç desteğinde yerlileri Hıristiyanlaştırmaları ve Osmanlı döneminde de Hıristiyan çocukların devşirme sistemiyle Müslümanlaştırılmaları zorla kültürleşmeye örnektirler. Kültürel özümseme yoluyla da kaybolan Kızılderili kültürler ve Afrika kökeninden kopmuş ABDli siyah topluluklar oluşturulmuştur. Bu süreçler içinden yeni milliyetler ortaya çıkarılmıştır. Hem Hıristiyan hem de Avrupalı milliyetler yaratılmıştır. Dünyada hem askeri hem dinsel boyutta egemen-uluslaştırma operasyonları devam ettirilmiştir. Milliyet tanımları da şu şekil de yapılmıştır.

”ulusal çıkarların, ulusu oluşturan sınıfların ve grupların yada öteki devletlerin çıkarlarından daha önce geldiğini ileri süren siyasal kuram;ulusçuluk.” 

Bugün ırk, milliyet ve din sorunu anlayışında ve yaklaşımında klasik ve yeni sömürgeci Batı Avrupa ideolojisi dünyaya hakimdir. Kısacası klasik sömürgecilik döneminde başlayan ırk saptamaları fenotipten genotipe kaymış bugünse kültürel bir sınırlılık içinde tahlil edilmeye çalışılmaktadır. Bu tahliller batı sömürgeciliğinin dünyada genişlemesine göre de yeni biçimler alacağa benzer.Gerçekte biyolojik ırk diye bir şey yoktur.sadece benzer türler vardır.Irk emperyalizmin genişleme eğilimine uygun olarak ideolojik ve politik yeni bir biçim almaktadır.Dolayısıyla buna uygun “bilimsel” argümanlarda hemen hazırlanmaktadır.
Uluslar ötesi şirketlerin dünyada söz sahibi olmaya başladığı bir dönemde de kozmopolitan çıkarlara dayalı farklı egemen dinlerin ve ulusların kardeşliği gündeme gelmiştir. Bu iki zeminde de farklı milliyetlerden ve dinlerden insanların ‘kardeşliği’ tanımlanmış ve sınırlandırılmış bir egemenlik ve sömürü biçimine dayanmaktadır. Dünya çapında ve bölge çapında şirketlerin “uluslar ötesi” ve “ulus” çıkarlarına dayalı bir sömürüyü devam ettirme biçimi değişmektedir. Bu aynı zamanda şimdiden hazırlanmaya çalışılan ideolojik, politik ve ekonomik bir imparator-egemenlik biçimidir. Farklı “milliyetlerden” ve “dinlerden” olan insanların sınırlandırılmış ve tanımlanmış ‘kardeşliği’ uluslar üstü tekellerin kozmopolitan çıkarlarına dayalıdır. Buna rağmen burjuvazinin bu alanlarda bizleri tecrit etme girişimlerine karşı, din ve milliyet konusunda, bizlerin burjuvaziye açık kapı bırakmaması gerekiyor. Geçmiş dönemde sosyalist örgütlerin izlediği yanlış politika ve pratiklerinin, gözden geçirilerek, ideolojik olarak ortaya çıkarılması sağlanmalıdır. Yoksa önümüzü göremeyiz. Bu yanlış politikalardan biriside komintern’in pratiklerinde şöyle ortaya çıkmıştır.

“Komüntern’in Müslüman Doğu halkları arasında yürüttüğü faaliyet bakımından zararlı sonuçlar yaratması kaçınılmazdı. Başlangıçta ortaya çıkan önemli engel Enternasyonalin ikinci kongresinde onaylanan tezlerde Pan-İslamizm’in kapalı biçimde mahkum edilmesi idi. Bu gelişme, muhtemelen Sovyet devleti için oluşturulan doktrinin yarattığı iç sorunun sonucu değil, aynı zamanda, Batılı Marksistlere egemen olan ‘ Avrupa merkezci’ kültürel bakış açısının ifadesi idi. Bu bakış açısı, onların(aralarında tezleri yazan Lenin’de vardı.) geleneksel kültürler ile bağlantılı anti- emperyalist hareketlerin taşıdıkları devrimci potansiyeli kavramamalarını ve ondan yararlanmalarını engelledi. Komüntern’in 4.Kongresinde Hollanda’ya bağlı Doğu Hint Adaları Endonezya Komünist Partisini temsil eden Tan Malakçı pah-islamizmin geniş çapta mahkum edilmesini şiddetle eleştirerek, bu hareketin önemli bir kesminin devrimci anti-emperyalist önemini ve komüntern’in aldığı tavrın, Doğu hint adalarının burjuva milliyetçileri tarafından komünistleri köylü kitlelerden ayırmak için nasıl kullandığını açıkladı. (Bu tecrit durumu, Hollanda yetkililerinin 1926’nın sonunda E.K.P’ni ezebilmelerinin başlıca sebeplerinden biridir.) ◘

Bizim din ve milliyet karşısındaki tavrımız, dinin ve milliyetin insanın tarihsel sınırlamasını ortadan kaldıran bir yaklaşım biçimi içermelidir. Bu tikel-insanın komünal birliğine giden yolu açmamızı sağlayacaktır. Aynı zamanda biz burjuva egemenliğini dışlayan insan-yaşam biçimini temel almamız gerekmektedir.
Burjuvazinin din karşısındaki hukuki yaklaşımının temellendirilmiş biçimi olan laiklik şöyle tanımlanmıştır:

”Dünya işlerini din işlerinden, dini otoriteden bağımsız olarak ele alan.” ☺

Bizse bu tanımı aynı biçimde ele alamayız. Çünkü kamu ile özel hukuk arasındaki ayrım burjuva hukukunun kendi içsel bir ayrımıdır. Burjuva hukukunun otoritesini uyguladığı alanlarda geçerlidir. Devletin alanı bu ayrımdan ‘hukukun üstünde’ olması nedeniyle ayrılır: Yönetici sınıfın devleti olan devlet ne kamudur, nede özeldir. Tersine herhangi bir kamu özel ayrımının ön koşuludur. Bu biçim sadece ve sadece devletin kamu hayatını dini otoriteden hukuki olarak ayırır. Ama kamu hayatı da egemen dini içerir ve egemen dini kadrolardan da meydana gelir. Dolayısıyla toplum-birey ve birey-birey arasındaki ilişki egemen-laik biçimde yürür. Yönetim-insan ilişkisi egemen din bazındaki bir ilişkiyi dışlamaz. Fakat saklı egemen din baskısı da toplum hayatına var olur. Bu şu anlama gelir. Kamu ve özel hayat içindeki dini ilişkininde birbirinden ayrılmasını gerektirir. Çünkü devlet kurumlarında oldugu gibi özel kurumlarda ideolojik devlet aygıtları olarak görev yapmaktadırlar. Var olan laiklik şekli ancak egemen dinlerin diğer ezilen din ve mezhepler karşısındaki özgürlük alanlarını genişletir. Bizim ortaya koymaya çalıştığımız yaşam biçimi toplum-insan ve insan-insan sosyal ilişkilerinde insan kimliğinin öne çıkmasını sağlayan bir biçimdir. Milliyet ve ırkları birbirinden ayıran problem tümüyle tarihsel bir sınırlama sonucu meydana gelmiştir. Bu sorunlarda insanı birbirinden ayırır. Çünkü kapitalizm tek tanrılı dinlerle egemen-tarihsel kültürel hegemonyayı sınıfsal bağları içinde devam ettirmektedir. Bu, insanlık açısından bireysel ve toplusal tarihsel bir sınırlamayı getirmektedir. Bu durumda iki boyutludur. Birincisi tarihsel kültürel hegemonyaya onay verenlerdir.Bu, hem kendi içinde bir sınırlılığı hem de dıştan sürdürülen bir sınırlılığı ifade eder. İkincisi ise bu tarihsel-toplumsal ve sınıfsal kültürel hegemonyaya karşı onay vermeyenlerin üzerinde dışardan gelen bir sınırlamadır. Kamusal ve özel ilişkilerin toplum-insan ve insan-insan ilişkisine göre hukuki olarak yeniden yapılanması gerekir.
Bizim sınırlanmış kardeşliği değil tikel insan zemininde komün birliğini istememiz gerekiyor. Bizden başlayan yerel, bölgesel ve dünya çapında yeni bir birlik örgütlenmesi yaratmamız gerekiyor. Çünkü uluslar ötesi şirketler kozmopolitan çıkarlara dayalı ekonomik, siyasal birlikler oluşturarak bu egemenliği dünya çapında kurmak istiyorlar.
Bugün tarihsel bölünme içinde, genel bölünmemiş insan sömürüsünün tarihsel egemenliği sosyal, siyasal, toplumsal ve ekonomik olarak din ve milliyet içinde de gizlenmiştir.
Bu tarihsel bölünmelerin ortadan kaldırılarak, genel bölünmemiş insan zemini üzerine oturacak bir örgüt ve kadro yapısının kurulması ve yeni bir kültürel yapının ortaya çıkarılmasıyla, geleceğimiz hakkında söz sahibi olabiliriz. İnsanın özgürleşmesi ancak buradan itibaren başlayabilir.



 

 

 

 

 



 

 
Haarlem Ehlibeyt derneği,  Email: ehlibeyt2002@yahoo.com