"IRK","ULUS" VE
EGEMEN-DİN SORUNUNDA
KARŞIMIZA ÇIKAN SORUNLAR
İlk olarak bir tanımdan yola
çıkarak, bizim karşımıza çıkan,
milliyetle ilgili sorunları
ortaya koymaya çalışalım.
Milliyet “Ulus dil ,toprak,
ekonomik yaşam ve ortak ekin
biçiminde beliren ruhsal
biçimlenme birliğiyle tarihsel
süreçte oluşan insan
topluluğudur”.
Türkler ve Macarlar aynı
kökenden olmalarına rağmen bugün
farklı uluslardır. Fransız
ulusu, Galililerden,
Romalılardan, Bretonlulardan,
Germenlerden; İtalyan ulusu
Etrüsklerden, Yunanlılardan,
Araplardan, Romalılardan,
Germenlerden meydana geldikleri
halde tek ulusturlar. İlkel
topluluklarda “ulus” kan bağıyla
belirlenmiştir. Kan bağının
çözülmesi ve çeşitli ulusların
(klanların) birleşmesiyle
akrabalık bağıyla bağlı olmayan
siyasal topluluklar oluşmuştur.
Feodal üretim tarzında ise
toprak birliği ve ekonomik yaşam
birliği oluşamıyordu. Ulusun
oluşabilmesi için feodal
bölünmelerin ortadan kalkması
gerekiyordu. Kapitalizm bunu
sağlamıştır. Ortaçağda bir
İngiliz, Alman veya Amerikan
ulusundan bahsedilemez,
kökenlerden bahsedilebilir. Bu
yüzden ulusun tarihsel bir
başlangıcı ve sonu vardır.
Geçmişte merkantilist ulusal
pazarların parçalanıp, sermaye
ihracına dayanan pazarın
oluşturulmasıyla uluslar aşırı
şirketlerin uluslar ötesi
çıkarları ile ulusal şirketlerin
alt-emperyalist “ulusal
çıkarları” emekçi halkın
aleyhine sömürüyü gittikçe daha
da fazla derinleştiriyor.
Uluslar ötesi emperyalist ve alt
emperyalist güçlerin dünya
imparatorluğuna doğru gidişi
komünal toplumsal bir altyapıya
temel oluşturmaktadır
Bu durum kozmopolitan ulusal ve
uluslar arası dayanışma
anlamındaki ulusun veya
sosyal-sınıfın sınırlanmış
burjuva kardeşliğini sağlar. Bu
tarihsel bir egemenlik
biçimidir. Bu gün de sürdürülen
tarihsel egemenlik biçimlerinin
geriye doğru izlerine bakacak
olursak şu sonuçları kolayca
çıkartabiliriz.
On altıncı yüzyılın başlarından,
on dokuzuncu yüzyılın sonlarına
kadar ticaret kapitalizmi
dünyaya hakimdir. Önceki dönem,
Avrupa’nın dünyaya ticaret
operasyonlarını yaymaya
başladığı ilk dönemlerdi. Avrupa
dışardan gelen saldırılara sahne
olmuştur. Moğol hakanı Öğedey’in
ölümü üzerine Moğolların batı
ilerleyişi durmuştur. Diğer
yandan 1683’te Osmanlının Viyana
kapılarından uzaklaştırılması
dünya tarihinde belirleyici bir
etkendi. Bundan sonra ABD ve
SSCB’nin ortaya çıkmasıyla
Avrupa güvenlik altına
alınmıştır. Bu deniz aşırı
ticaret operasyonları için bir
sıçrama tahtası olmuştur.
Uzun ticaret kapitalizmi dönemi
boyunca Avrupalı tüccarlar silah
gücüyle desteklenmiştir.
Avrupalı tüccarlar, Afrika
sahillerini, Kuzey ve Güney
Amerika’yı işgal ettiler. Bu
bölgelerin hapsinde ileri
karakollar kurdular. Avrupa dan
Amerika’ya göçü başlattılar.
Afrika ve Asya da on yedinci ve
on sekizinci yüzyıllarda
birleşik tacir
organizasyonlarına tekel
ayrıcalıkları veriliyordu.
Bunların etkinlikleri tehdit
yada kaba kuvvetle doğrudan
destekleniyordu. Bu kuruluşlar,
devlet desteği sayesinde
onaylanan yağmayla mübadele
şartları elde etmişlerdir.
Krallar ticaret gemilerine
saldırma ve el koyma
yetkisi,korsanlık, verecek kadar
ileri götürmüştür. Aynı zamanda
Avrupalı devletler yağma ve
talan ettikleri ülkelere ve
orada yaşayan insanlara karşı da
Avrupalı devletlerin kendi
aralarında uyguladıkları
kurallardan değişik kurallar
uyguladıkları görülmüştür.
“Nitekim bu ülkeler üzerinde
yaşayan yerli kavimlerin
hukuksal açıdan varlıkları
reddedilerek bu ülkeler
Avrupalılarca “sahipsiz ülke”
olarak değerlendirilmiştir.” ☻
Bunların sonucunda Amerika
kıtasında Avrupa’nın kültürel ve
dinsel değerlerine sahip yeni
birtakım devletler ortaya
çıkmıştır. Aynı zamanda bu
alanlardan geniş bir biçimde
Avrupa’ya servet transferi
olmuştur. Bu servetin bir
kısmını devlet almıştır. Bir
kısmı da Avrupa’daki imalatta
yatırıma fon sağlamak amacıyla
sermaye olarak kullanılmıştır.
Bu şekilde İspanya, Meksika ve
Peru’dan büyük miktarda gümüş,
Portekiz de Brezilyadan altın
getirmiştir. İngiltere, İspanya
ve Portekizlilere karşı korsan
operasyonları sayesinde büyük
karlar elde etmiştir. İngiltere,
Hindistan ve diğer kolonileştiği
yerlerden de servet akışı
sağlamıştır. Bu girişimlerin
sonucunda Avrupa da büyük
değişikler olmuştur. Bu
değişiklikler ülkeden ülkeye
farklılıklar göstermiştir.
Hammaddenin, altının ve gümüşün
İngiltere’ye akışı İngiltere de
yerli sanayinin gelişmesini ve
güçlenmesini sağlamıştır.
Genel olarak toplumlarda Batı
ticareti yönünde ve yörüngesinde
ekonomik, siyasi ve kültürel
erozyonla karşı karşıya
kalmıştır. Aynı zamanda kültürel
farklılıkların ortadan
kaldırılması ve batı hayat
tarzlarının doğrudan kabul
ettirilmesi yoluna
başvurulmuştur. Bu fiziksel
olarak insanların katledilmesine
kadar ileri götürülmüştür. On
beş milyon civarında Afrikalı
köle, yurtlarından sökülüp Kuzey
ve Güney Amerika’ya götürülürken
kölelerin büyük bir kısmı yolda
ölmüştür. Kuzey Amerika’da yerli
nüfus on sekizinci yüz yılın
sonuna kadar tamamen yok
edilmiştir. Güney Amerikanın
yerli nüfusu on altıncı yüzyılın
başlarından on sekizinci
yüzyılın ortasına gelene kadar
nüfusun % 40 oranında azaldığı
hesaplanmıştır.
Geleneksel üretim biçimlerinin
Avrupa’dan değişik ürünler talep
etmesi üzerine yerleşik ticaret
kalıpları gerilemiş ve
kırılmıştır. Bu siyasi çözülme
yönetim mekanizmalarına doğrudan
müdahalenin sonucu olarak ortaya
çıkmıştır. Sömürgecilik aynı
zamanda, sömürge toplumlarında
ikili bir ekonomik sistem
yaratmıştır. Bu iki sektör
arasındaki servet ve gelir
eşitsizliğidir. Bu yapı bir
biriyle ilişkilendirilmiştir.
Avrupa da kentsel kalkınma
sanayileşmeye paralel gider
diğer ülkelerde de bu ilişki
yoktur. Sömürgecilik bu şekilde
bir ülkede iki ayrı kültürde
yaratmıştır. Birisi
modern-batıcı diğeri ise
gelenekseldir. Bu
ekonomi-politikanın etkileri
bugün dahi vardır. Kısacası
sömürgecilik on dokuzuncu yılın
sonlarına kadar dünyada
yayılmasını sürdürmüştür.
Birinci Dünya Savaşı öncesi
eski-sömürgecilik emperyalist
sermaye ihracının önünde engel
oluşturmaya başlamıştı.
Eski-Sömürgecilik ekonomik ve
siyasi olarak belli bir toprak
parçası üzerinde,ne kadar geniş
de olsa, ticaret zeminine dayalı
bir imparatorluktu. Bu dönemde
liberal sanayi burjuvazisi
ekonomik,sosyal ve siyasi
birikimini yaparak merkezi
krallıklara dayalı bu siyasi
yapılanmayı ulusal-devlet
biçimi, cumhuriyet, zemininde
zorlamaya başladı. Sanayi
burjuvazi serfleri, köylüleri ve
manüfaktürlerde çalışan
insanları arkasına alarak bu
siyasi yapılanmanın içinde
güçlendi. Çünkü Feodal üretim
tarzı gelişen üretim
ilişkilerinin önünde engeldi.
Bunun sonucunda sanayi
burjuvazisinin önderliğinde
yapılan devrimler gündeme geldi.
Yapılan devrimlerden sonra bu
ülkelerin sosyal, siyasal,
ekonomik ve ideolojik yapısına
sanayi burjuvazisi hâkim oldu.
Sanayi burjuvazisi, yeni
ekonomik yapılanması
doğrultusunda dünyada yeni nüfuz
alanları yaratmak zorundaydı.
Emperyalist sermaye ihracının
önünde engel olan eski yapının
olması, dünyanın ekonomik-siyasi
yapısının yeniden düzenlenmesini
gerektirdi. Emperyalizm sermaye
ihracına uygun yeni bir dünya
politikasını gündeme koydu.
Birinci Dünya Savaşının çıkış
nedeni de buydu. Savaş dünyadaki
bu yeni yapılanmayı kurmak için
çıkmıştı. Dünyadaki yeni
yapılanma "Bağımsız
Cumhuriyetler"dönemiydi. Bu
politika "Ulusların Kendi
kaderini Tayin Hakkını" gündeme
getirdi. Bu dönemde dünyada,
emperyalist sermaye ihracının
önünde engel olmayan siyasi bir
yapılanma gerekliydi.
Emperyalizm sermaye ihracına
engel olan tüm duvarları,
burjuva cumhuriyetleri
araçlarıyla yıktı. Bunun sonucu
olarak da dünyada ezen-ulus ve
ezilen-ulus "sosyalistlerinin"
ayrılığı gündeme geldi. Bu
sorunda ki politik ayrılıkta
komünist ideolojik bir ayrılık
değil burjuva-demokrat bir
ayrılıktı.
Bu eğilimlerin ideolojik,politik
ve örgütsel anlayışlarının
etkileri bu günkü "sosyalist"
hareketlerin içinde geriye doğru
ve ileriye doğru ideolojik bir
hat çizmektedir. Bu iki
yapılanmanın ideolojik, siyasal,
ekonomik ve örgütsel
anlayışlarına dayalı bir
"sosyalizm" düşüncesi ve tavrı
vardır. Bunlar devlet ve
egemenlik sorunu; demokrasi
sorunu; din ve milliyet
sorunudur. Bu anlayışlar
geçmişten devralınmış burjuva
anlayışlardır. ‘Egemen ve ezilen
ulusun sosyalistlerinin’ iki
politik, ideolojik ve örgütsel
eğilimin izdüşümleri Dünyada ve
Türkiye de "sosyalist örgüt ve
hareketler"in içinde de vardır.
Bu iki anlayış da egemenlik
alanına sıkıştırılmış toplusal
bir burjuva politikasıdır.
Dünyada ve Türkiye'de ki
sosyalist hareketler bu
politikanın sonucuna tabi
olmuşlardır. Dolayısıyla
dünyadaki ve Türkiye'deki
"sosyalist örgüt ve hareketler"
burjuva egemenliğinin tayin
ettiği kendiliğinden işleyen
ideolojik ve pratik bir tasfiye
politikasının içindedirler.
Komünistler geçmişten kalan bu
iki anlayışla geriye doğru gerek
ideolojik gerek politik gerekse
örgütsel planda yeniden yeni bir
tarihsel hesaplaşmayı önlerine
koymaları gerekiyor.
Çünkü gerek kapitalist gerekse
sosyalist egemen ve ezilen
ulusların birlikte oluşturacağı
federasyon veya ulusların
birbirinden ayrıldığı bağımsız
bir devlet yapısı da dahi
ulusların eşitsizliğini ortadan
kaldırmaz. Eşitsizlik dünyada
uluslara dayalı ekonomik çıkar
var oldukça sürecektir. Biz
egemen veya ezilen ulus diye
ulusların birbirinden
ayrılmasıyla oluşturulmuş
ulusların içinde insanın bir
nesne olarak kullanıldığı bir
toplumsal yaşam biçimini hayal
edemeyiz. Çünkü böyle toplumsal
bir koşulda insan özgürleşemez.
Biz yeni bir toplumsal sitem
öneriyoruz. Egemen veya ezilen
milliyet zemininde soya veya
toprağa dayalı bir vatandaşlık
ilişkisinin yerini tikel bireye
(insan) dayalı bir vatandaşlık
ilişkisi almalıdır. Bugün ki
‘insanın’ üzerindeki tarihsel
toplum biçimi ve ilişkilerinden
devralınan tüm toplumsal
egemenlik ve sömürü biçimleri
kaldırılmalıdır. Bu var olan
ulusların içindeki insanların
tikel insan ve tümel insan
zemininde kendilerini özgürce
ifade edebileceği yeni bir
insan-toplumsal sitemin yaşam
biçimini ortaya çıkartacaktır
.Biz “ulusal çıkarların” içerden
aşıldığı komünal, genel
bölünmemiş insanın birliğine
dayalı tarihsel olarak
sınırlanmamış bir toplumsal
örgütlenme ve ilişkiyi temel
almamız gerekiyor.
Dinle ilgilide arkeolojik
araştırmalar dinsel tasarımların
ancak elli bin yıldan beri
varolduklarını ispatlamışlardır.
Demek ki insan 20 milyon yıl,
din düşüncesinden uzak
yaşamıştır. İlk tasarımlar
insanın doğa karşısındaki
güçsüzlük duygusundan doğmuştur.
İnsanla doğa arasındaki ilişki,
doğa tarafından yaratılan güç
arasında, daima bir efendi, köle
ilişkisi olarak kalmıştır.
Kırgız-kazaklarında ölümün hemen
ardından ve cenaze töreni
sırasında insanlar yüzlerini
keserek yakınırlardı. İnsanlar
ölünün çadırının etrafında
törensel at yarışı yaparlardı.
Bu törenler bir ritüel
gerekliliği olarak ceset
çadırdan çıkarılırken
ağlanabilirdi.
“cenaze çadırının kapısının
önüne gelir gelmez yüzlerini bir
bıçakla kestikleri ve kanın
gözyaşlarıyla birlikte aktığı
görülmektedir”
Bu durum yüzün tırnaklarla
çizilmesi ve saçların yolunması
şeklinde hala devam
ettirilmektedir.
“De Guignes, yüzün yedi kez
kesildiği ve dolayısıyla, bu
kesiklerin yedi kez cenaze
çadırı etrafında dolanmaya
karşılık gelebileceğini
düşünmektedir. Bu gelenekte
kesinlikle gezegenlerin bir
etkisi bulunmaktadır, çünkü
kutsal olarak kabul edilen yedi
rakamı yedi gezegenle
bağlantılandırılmış olsa gerek.”
“Pek korkulan ölüm olayını
anlayıp açıklayamamak da, bu
ilişkinin efendi yararına
köleleşmesini sağlamıştır.
Efendi öyle güçlüdür ki ölümden
sonra da yardımını ve
koruyuculuğunu sürdürecektir.”
İnsanların doğada kendileri
için yararlı gördüğü ve
açıklayamadığı şeyler totem
olarak seçiliyordu. Doğal iş
bölümüyle de cins ayrımı
zemininde oluşan erkek
egemenliğine dayalı baba
egemenliği kurumsallaşmıştı.
Baba tarafından yasaklanan
şeylerle doğa tarafından
yasaklandığına inanılan şeyler
iç içeydi. Burada dokunulmaz
olan şey totemi oluşturuyordu.
Totem her şeyden önce klanın
ortak atasıydı. Totem aynı
zamanda onlara bilgi veren ve
onları koruyan bir güçtü. Onlar
için dokunulmaz olan şeylerde
tabuydu. Babadan gelen tabuyu
cinse dayalı yasaklar
oluşturuyordu. Anne dahi oğluna
yemek verirken oğlunun yemeğini
alması için yemeği yere
bırakırdı. Burada totemle ilgili
yasaklarla babayla ilgili
yasaklar birbirinin yerine ikame
edilmiştir. Bununla birlikte
baba ile totemde birbirinin
yerine ikame edilmiştir. Günlük
yaşamda da kan bağına dayanmayan
sosyal ilişkilere dayanan bu
ailedeki yasak ve tabulara
riayet ediliyordu. Gerçekte
günlük yaşamdaki doğa güçlerinin
egemenliği de insan zihninde
doğa üstü biçimlere bürünmüş
yansımalardan ibaretti.
Oidipus’un grek efsanelerinde de
bu durum açıkça yansımaktadır.
“Bu doğa bilmecesini doğanın
yarı insan, yarı hayvan varlığı
olan Sphinks çözüyor;babasını
öldüren, anasının kocası olan
Oedipus doğanın kutsal
düzenlerini de dağıtma gereğinde
kalmıştır. Evet, söylence bize,
bilgeliğin, özellikle
Dionysos’ca bilgeliğin, doğadan
gelen engelle ilgili bir korku
nesnesi olduğu konusunda,
sözcüğün tüm anlamıyla, bir
şeyler fısıldamak ister gibi
görünüyor. Kendi bilgisiyle
yokluk uçurumuna düşen kimse,
kendi kendine, doğayı da eritip
tüketmeyi göze almıştır, diyor.
’Bilgeliğin doruğu, bilgelere
dönerek; Bilgelik doğada kan
dökmedir’ söylüyor: böylesi
korkunç sözleri bize bildiren
söylencedir. Hellen ozanı, bir
güneş ışığı gibi, söylencenin
korkunç ve yüce Memnon
sütunlarına vurur, Spokles’in
ezgilerinde, birdenbire sesler
çıkarmaya başlar...” •
Fakat grek sanatçısı,
özellikle bu tanrısal varlıklara
inanıştan dolayı, değişen
insanın tanrıya
bağımlılıklarının karanlık
duygusunu sezmişti. Aiskylos’un
Prometheus’un da da bu duygu
simgeleşmiştir. Mitolojiye göre
tanrıları ve insanları yaratan
Prometheus, tanrıdan çaldığı
ateşi içi boş bir sopaya
saklayarak insanlara götürür.
Ateşin ele geçirilişi ise
suçtur. Ateş gasp veya
hırsızlıkla ele geçirilmiştir.
Burada ateşin kontrolü suç
düşüncesiyle birleştirilmiştir.
Çünkü ateşin kontrolü insanlara
avantaj sağlayacak. Dolayısıyla
Prometheus, insanlara, Zeus
karşısında avantaj sağlamıştır.
Mitte oyuna gelen tanrılar
olmuştur. Prometheus, kayaya
bağlanır ve her gün bir akbaba
karaciğerlerini yer. Eski
çağlarda karaciğer ise her türlü
tutkunun ve arzunun kaynağı
kabul edilirdi. Halbuki mitlerde
tanrılara her türlü arzunun
doyumu için izin verilirdi.
Dolayısıyla tanrıların ensest
ilişkileri vardı. Mitolojide bir
insan arzusu, tanrısal bir
ayrıcalığa dönüştürülmüştür.
Mitolojiye göre Prometheus’a iç
dürtülere boyun eğdiği için ceza
verilmiştir. Halbuki tam tersi
doğrudur. Burada bir çarpıtma
vardır. Prometheusta iç
dürtülerden bir vazgeçiş vardır.
Çünkü Prometheus ateşi insanlara
getirerek ateşin insan ve
uygarlık açısından ne kadar
gerekli olduğunu insanlara
göstermiştir.
İnsanların yerleşik yaşama
geçmeleriyle birlikte totem
hayvanlar sosyal aile törenlerin
de kesilip yenmeye başlanmıştı.
İnsanlar içinde totemlerin
tabuları ağır ağır yumuşamaya
başlamıştı. Yalnız baba
emenliğine dayalı tabular ve
dokunulmazlıklar devam ediyordu.
Güçlü erkek, kabilenin hepsinin
efendisi ve babasıdır. Kan
bağına dayanmayan sosyal
ailedeki kadınların hepsi babaya
aitti. Bu ailenin içinde kan
bağından olanlar kadınlar da
vardı. Baba bunların hepsiyle
cinsel ilişkiye girebiliyordu.
Diğer kabilelerden gasp edilen
kadınlarda onun malıdır. Aynı
zamanda babaların kızlarını ve
oğullarını öldürme hakkı da
vardı. Oğullar babalarının
kıskançlığını kamçılamaları
halinde öldürülür veya kabileden
sürülür. Fakat en küçük oğlan
korunurdu. Bu durum Altay’daki
Doğu Tu-kiulerinde şöyle olurdu.
“Baba veya büyük erkek kardeş
öldüğü vakit, oğullar veya küçük
kardeşler birbirlerinin
eşleriyle yada kız kardeşleriyle
nikahlanırlardı.”☺
Grek efsanelerinde anlatılan
insanların aşk tutkusuyla ilgili
düşünceleri sosyal ilişkilerine
de şöyle yansıyordu.
“İlkel insanın aşk tutkusuna
- veya analitik bir ifadeyle
libido sembolüne- benzer bir şey
olarak değerlendirmesi, diğer
ateş mitlerinde olduğu gibi,
Prometheus mitinde de
belirsizliği [bulanıklığı]
artıracaktır. Ateşin yaydığı
sıcaklık, cinsel heyecan
durumuna eşlik eden duyumun
aynısını yaratır; alevin şekli
ve hareketi ise penis
etkinliğini düşündürür. Alevin
mitolojide bir penis anlamına
geldiğine kuşku yok; Roma kralı
Servius Tullius’un ebeveynlerine
ilişkin masalda bulunan bir
diğer kanıtı buluruz. Aşkın
“yakan ateşinden” veya
“yalayan” alevden -böylece alevi
dille kıyaslayarak - söz ederken
ilkel atalarımızın düşünce
modundan pek de uzaklaşmış
olmuyoruz.”
İlk olarak felsefe
Batı-Anadolu da ortaya çıkmıştı.
Batı-Anadolu da yaşamış
Herakleitos ( İ.Ö 540 – 480 ),
Anaksimandros ( İ.Ö 610 – 547 ),
Thales ( İ.Ö 645/4 - 546/5 ) ve
Anaksimenes ( İ.Ö 585 - 528)
yaşadıkları çevreye bakıp
nesnelere ilişkin olarak “bu
nedir” diye sorduklarında
verdikleri yanıtla fizik
yapmışlardı. Fakat Sonradan
Ege’nin karşı kıyısında
Athenaı’de yaşayan Sokrates
(İ.Ö470/69-399), Platon
(İ.Ö428/7-348/7) ve Aristoteles
(İ.Ö384-322) ise insanın
doğasına ve pratik işlerine
ilişkin sorular sormuşlardı ve
verdikleri yanıtla da metafizik
yapmışlardı.Grek felsefesi
üzerinde ise Anadolu’dan felsefi
etkiler vardı.Grek sanatçısı,
kendini, insanları yaratma,
Olimpos tanrılarını yok etmek
amacıyla başkaldırıcı inançlar
içine girmiştir. Prometous
söylencesinde insan, bağımsız
olarak ateşi beklemiş, onu göğün
bir hediyesi olarak değil
yıldırımdan veya güneşten
almıştır. Grek sanatçısının
yarattığı ürün, insan adına,
insanın dini bir toplumsal
sistemin nesnesi olmasını
reddeden ilk sezgisel
ifadelerden biriydi.
Genel olarak bu inanışlar
toplumsal sistem içinde yer
saltanatının efendisi, kralını
aramaya dönüşmüş sonra da bu
kutsallık milli egemenliğe
dayalı kutsal bir güç olmuştur.
Tüm bu tarihsel egemenlik
biçimleri burjuvazinin bugün ki
sonsuz sömürü ilişkisinin
sürdürmesinde toplumsal bir araç
olmuştur. Kaplamsal toplumsal
ilişkiler içinde ki sınıf ve
tabakalara bu sosyal roller
tarihsel olarak verilmiştir.
Antik toplumlardan toprak
köleliğine dayanan feodal toplum
biçimine geçilince, dinler,
devlet dini olmuştur. Din aynı
zamanda feodal toplumda egemen
sınıfların sınıfsal bir
ideolojisi olmuştur. Bu yüzden
ekonomik ve toplumsal etkenler
dinsel biçimlerde yansımıştır.
Dünyada sömürgeciliğin
yayılmasında coğrafi keşifler
önemli bir rol oynamıştır.
Klasik sömürgeciliğin
yayılmasının ideolojik temeli de
din olmuştur. Burada din
ayrımları başlamıştır. Dünyada
yeni sömürgeciliğin başlamasıyla
burjuvazinin din karşında aldığı
tavırlarda da değişiklikler
olmuştur. Fransız devrimiyle
başlayan laiklik, dini hukuki
olarak kamu alanındaki yerinden
etmiştir. Fakat dini hukuki
olarak yerinden etme ideolojik
ol arakta yerinden etme
değildir. Çünkü devletin kendisi
kamu ve özel hukuk ayrımını
içsel olarak yapmaktadır.
Devletin alanı bu iki hukukunda
üstünde olması nedeniyle
ayrılır. Aynı zamanda bu bir ön
koşuldur. Özel hukuk alanında
laikliğin olmaması devletin hem
egemen din toplumsal hem de
devlet baskısı kanalıyla diğer
heteredoks mezhepler üzerinde
ideolojik bir hegemonya
oluşturur. Bu
ideolojik-hegemonya çoklu bir
hegemonyadır. Bu sorun zaman
zaman ideolojik-hegemonya
sorununu olmaktan çıkartılarak
genel ve özel tehdit, yıldırma
ve imhaya dönüştürülmektedir. Bu
imha din, ırk ve egemen-ulus
bazı üzerinden yürütülmektedir.
Aynı zamanda ırklar teorisi eski
sömürgeciliğin yayılmasına
paralel ortaya konmuştur. Irkı
da bilimsel olarak kanıtlanmaya
çalışmışlardır. Fakat ırkı
bilimsel temellendirecek bir
kanıt bulamamışlardır.
Merkantilist dönemin sonlarına
doğru dünyada liberalizmin
güçlenmesiyle birlikte yeni
sömürgecilik ortaya çıkmıştır.
Bu süreçte dünyada burjuva
cumhuriyetlerinin kurulmaya
başlanmasıyla birlikte hem dinin
hem de ırkın yeni sömürgecilik
içinde oynayacağı rol yeniden
belirlenmiştir. Dünyada kurulan
ulus-devletler de bu ideolojik,
siyasi ve ekonomik yapılanma
içinde yer almaktadır. Ulus
devlet toplumsal yapılanması bir
yanıyla ırkçılık bir yanıyla
egemen-din bir yanıyla şovenist
ve sosyal-şovenist ideolojik
tarihsel-insan bölünmesi üzerine
bina edilmiştir. Irkçılık,
şovenizm,sosyal-şovenizm ve
egemen-din aynı zamanda
kapitalist-emperyalist
ulusalların ideolojik
hegemonyası üzerine
kurumlaşmıştır. Irk teorisi
içinde yer alan kafatasçılıktan
da milliyet zeminine dayanan
milliyetçi ve sosyal-şovenist
ulus tarifine kapı aralanmıştır.
Din ve milliyet ilişkileri
klasik ve yeni sömürgeciliğe
bağlı olarak tanımlanmıştır. Bu
teoriler egemen
tarihsel-sınırlandırılmış
ideolojik bir hegemonya ve
jenosit üzerine bina edilmiştir.
Bu anlayış ve pratikler bugün de
devam etmektedir. Irkla ilgili
teori, ansiklopediler de söyle
tanımlanmaktadır:
Irk,”Bir canlı türünde, aynı
karakteri taşıyan bir kısım
bireylerin meydana getirdiği alt
bölüm.” yine bir başka
ansiklopedide ırk şöyle
tanımlanıyordu.“İnsan türünün
alt bölümü”
Burjuvazi bu kadar cüretkar
davranabilmiştir. Halbuki bu
ayrım başlıca evcil hayvanlara
uygulanıyordu. Evcil hayvan
ırkları; endogami ve suni
ayıklama sonucunda meydana
geliyordu. Özgül değer taşıyan
bazı karakterleri aynı hayvanda
birleştirilmeye çalışılıyordu.
Bu anlayış bilim adına, klasik
sömürgeciliğin başlamasına
paralel de ırklar teorisi ortaya
konmuştur.
Dünyanın keşfi ve sömürgeciliğin
Batı Afrika ve Uzak Doğuyu
fetihleri sırasında, Avrupa
ideolojisine dayalı, “uygar
sömürgeci teorileri”
temellendirmek için yapılmış
teorilerdi. Onlara rağmen bir
ırka ait-özgü “belirtici” gen
araştırmaları başarısızlığa
uğramıştır. Eğer herhangi bir
ırka ait önemli sayıda bireyde
sadece onlara özgü bir gen
bulunsaydı gerçekten o gen
“belirtici” olacaktı.
Bugün bildiğimiz kadarıyla
insan, 2-3 milyon yıl önce
yaşadığı, radyo-izotop tekniği
ile saptanan,
Australopithecus’tan günümüz
insanının atası sayılan Homo
sapiens’e kadar biyolojik bir
evrim sürecinden geçmiştir.
İnsan Australopithecus’tan
başlayarak, Homo Erectus,
Kro-Magnon ve Homo Sapiens’e
kadar biyolojik bir evrim süreci
geçirmiştir. Homo Spiensi de
bugün ki insan olarak görmek
mümkündür. Bu evrim ve sıçramalı
süreçte insanlık hem biyolojik
hem de kültürel boyutlarda
gelişmiştir.
“Milyon yıllarla ölçülen bu
süreçte biyolojik ve kültürel
evrimin çok uzun bir süre
karşılıklı ilişki ve etkileşim
içinde geliştiği söylenebilir.
Australoptiek adı verilen ilkel
türün yaşadığı çağlarda
insanoğlunun öğrenme gücü ve
kapasitesi kültürel evrimin
hızını sınırlamıştır. Bu
çağlarda merkezi sinir sistemi
dil öğrenmeye elverişli olanlar,
dil öğrenmede geri kalanlara
karşı üstünlük sağladılar.” ¤
İnsanlar dil aracılığı ile
atalarının bilgilerini,
yaşantılarını ve törelerini
öğrenip aktarabiliyorlardı. Dil
sadece anlaşma arcı değil ortak
bir bilgi hazinesi de oluyordu.
Klasik ırk tanımını insanların
görünür benzerlik ve
ayrılıklarına, fenotip, göre
insanları sınıflandırıyorlardı.
Bu günse bilimsel araştırmalar
da gözle görülmeyen benzerlik ve
farklara göre, genotip, insanlar
sınıflandırılmaya
çalışılmaktadırlar. Bunlar
üzerine de sürekli tahmin
yapmaktadırlar.
“Oysa, bundan doksan yıl
kadar önce İsveç ordusunda
yapılan antropometrik bir
araştırma, askerlerden yalnız %
11’inin bu özelliklere sahip
olduğu açığa çıkmıştır; %29
sarışındır ancak kafa biçimleri
uzun değil yuvarlaktır.” Bu
fenotip bir araştırmaydı.
Genotip özelliklerde ise “cinsel
organın salgıladığı plazmadaki
cinsiyet hücrelerinin
çekirdeklerinde kromozom adı
verilen çubuk şeklinde yapılar
vardır. Her canlı türünde
kromozom sayısı değişiktir.
İnsanda, 23’ü anadan, 23’ü
babadan gelen 46 kromozom
vardır. Her gen veya gen grubu
organizmanın belli bir bölümünün
yapısını ve görevini belirler
Gen biyolojisine göre bütün
genlerin kimyasal
pozisyonlarının toplamı
milyarlar ve milyarlarla ulaşır.
Bu nedenle, genetik bakımdan tam
birbirine özdeş iki kişi bulmak
son derece güçtür. “
İnsan biyolojisindeki
görünmez genetik özelliklerden
biriside kan grubudur. Fakat
yapılan deneylerde de her kan
grubunun birbiriyle uyuşmadığı
görülmüştür. Toplumlar ve
gruplar arasındaki dağılımlardan
tam ve kesin anlamlı bir sonuçta
çıkartmak mümkün değildir. Bir
genotip araştırmadaki sonuçta
şuydu:
Kan Gruplarının Bölgesel
(kültürel) Dağılımı
Kan Grubu
Topumlar “0”
% A
% B
% AB
% Toplam
%
Avrupa 40-50 30-40 8-12 1-6 %100
Utes’ler (ABD ) 98 2 0 0 %100
Asya Moğolları 30 30 30 10 %100
Türkiye 36 43 16 5 %100
Kaynaklar:( Hoebel, 1968; 67 ),
( Bingöl, 1970 )
“Kan grubu ve PTC (
phenythiocarbamide ) testlerin
ortak sonuçlarına göre beş çeşit
genotip ırk vardır. Bunlar
Kokazoid, Neğroid, Mongoloid,
Kızılderili ve Avustralyalı
ırklardır.” denilmektedir.
Ancak, k fenotip bir özellik ile
genotip bir özellik arasında
kesin ve anlamlı istatistiki bir
ilişkinin olduğunu da
söyleyememektedirler. Aynı
zamanda bu bulgular içinde
tasnif edilen insanların da aynı
türün üyesi olduğunu itiraf
etmek zorunda kalmışlardır.
Bu bulgular, antropolog ve
genetikçilerin yaptıkları
gözlemler ve araştırmaların bu
güne kadar ırk diye tanımlanan
insanlar arasındaki görünen
benzerliklerin görünmeyen
benzerliklerin sayısı ve
öneminden çok daha küçük olduğu
açığa çıkmıştır. Bu araştırmalar
bütün insanların tek bir
biyolojik insan ailesinin üyesi
olduğunu göstermektedir.
Irk klasik sömürgecilik ve
Milliyetse yeni sömürgeciliğe
bağlı bir tanım olarak meydana
çıkmıştır. Klasik sömürgecilik
döneminde vurgu fenotipe
yönelikti. Yeni sömürgecilik
döneminde ise vurgu fiziksel, ve
sosyo-kültür yapılanmaya yönelik
olarak yapılmaktadır. Bu durum
aynı zamanda milliyetlerin
yaratılmasına yönelik tarihsel
bir kapı aralamaydı.
Coğrafi keşifler döneminde
Hıristiyan misyonerlerin askeri
güç desteğinde yerlileri
Hıristiyanlaştırmaları ve
Osmanlı döneminde de Hıristiyan
çocukların devşirme sistemiyle
Müslümanlaştırılmaları zorla
kültürleşmeye örnektirler.
Kültürel özümseme yoluyla da
kaybolan Kızılderili kültürler
ve Afrika kökeninden kopmuş
ABDli siyah topluluklar
oluşturulmuştur. Bu süreçler
içinden yeni milliyetler ortaya
çıkarılmıştır. Hem Hıristiyan
hem de Avrupalı milliyetler
yaratılmıştır. Dünyada hem
askeri hem dinsel boyutta
egemen-uluslaştırma
operasyonları devam
ettirilmiştir. Milliyet
tanımları da şu şekil de
yapılmıştır.
”ulusal çıkarların, ulusu
oluşturan sınıfların ve
grupların yada öteki devletlerin
çıkarlarından daha önce
geldiğini ileri süren siyasal
kuram;ulusçuluk.”
Bugün ırk, milliyet ve din
sorunu anlayışında ve
yaklaşımında klasik ve yeni
sömürgeci Batı Avrupa ideolojisi
dünyaya hakimdir. Kısacası
klasik sömürgecilik döneminde
başlayan ırk saptamaları
fenotipten genotipe kaymış
bugünse kültürel bir sınırlılık
içinde tahlil edilmeye
çalışılmaktadır. Bu tahliller
batı sömürgeciliğinin dünyada
genişlemesine göre de yeni
biçimler alacağa benzer.Gerçekte
biyolojik ırk diye bir şey
yoktur.sadece benzer türler
vardır.Irk emperyalizmin
genişleme eğilimine uygun olarak
ideolojik ve politik yeni bir
biçim almaktadır.Dolayısıyla
buna uygun “bilimsel”
argümanlarda hemen
hazırlanmaktadır.
Uluslar ötesi şirketlerin
dünyada söz sahibi olmaya
başladığı bir dönemde de
kozmopolitan çıkarlara dayalı
farklı egemen dinlerin ve
ulusların kardeşliği gündeme
gelmiştir. Bu iki zeminde de
farklı milliyetlerden ve
dinlerden insanların
‘kardeşliği’ tanımlanmış ve
sınırlandırılmış bir egemenlik
ve sömürü biçimine
dayanmaktadır. Dünya çapında ve
bölge çapında şirketlerin
“uluslar ötesi” ve “ulus”
çıkarlarına dayalı bir sömürüyü
devam ettirme biçimi
değişmektedir. Bu aynı zamanda
şimdiden hazırlanmaya çalışılan
ideolojik, politik ve ekonomik
bir imparator-egemenlik
biçimidir. Farklı
“milliyetlerden” ve “dinlerden”
olan insanların sınırlandırılmış
ve tanımlanmış ‘kardeşliği’
uluslar üstü tekellerin
kozmopolitan çıkarlarına
dayalıdır. Buna rağmen
burjuvazinin bu alanlarda
bizleri tecrit etme
girişimlerine karşı, din ve
milliyet konusunda, bizlerin
burjuvaziye açık kapı
bırakmaması gerekiyor. Geçmiş
dönemde sosyalist örgütlerin
izlediği yanlış politika ve
pratiklerinin, gözden
geçirilerek, ideolojik olarak
ortaya çıkarılması
sağlanmalıdır. Yoksa önümüzü
göremeyiz. Bu yanlış
politikalardan biriside
komintern’in pratiklerinde şöyle
ortaya çıkmıştır.
“Komüntern’in Müslüman Doğu
halkları arasında yürüttüğü
faaliyet bakımından zararlı
sonuçlar yaratması kaçınılmazdı.
Başlangıçta ortaya çıkan önemli
engel Enternasyonalin ikinci
kongresinde onaylanan tezlerde
Pan-İslamizm’in kapalı biçimde
mahkum edilmesi idi. Bu gelişme,
muhtemelen Sovyet devleti için
oluşturulan doktrinin yarattığı
iç sorunun sonucu değil, aynı
zamanda, Batılı Marksistlere
egemen olan ‘ Avrupa merkezci’
kültürel bakış açısının ifadesi
idi. Bu bakış açısı,
onların(aralarında tezleri yazan
Lenin’de vardı.) geleneksel
kültürler ile bağlantılı anti-
emperyalist hareketlerin
taşıdıkları devrimci potansiyeli
kavramamalarını ve ondan
yararlanmalarını engelledi.
Komüntern’in 4.Kongresinde
Hollanda’ya bağlı Doğu Hint
Adaları Endonezya Komünist
Partisini temsil eden Tan
Malakçı pah-islamizmin geniş
çapta mahkum edilmesini şiddetle
eleştirerek, bu hareketin önemli
bir kesminin devrimci
anti-emperyalist önemini ve
komüntern’in aldığı tavrın, Doğu
hint adalarının burjuva
milliyetçileri tarafından
komünistleri köylü kitlelerden
ayırmak için nasıl kullandığını
açıkladı. (Bu tecrit durumu,
Hollanda yetkililerinin 1926’nın
sonunda E.K.P’ni ezebilmelerinin
başlıca sebeplerinden biridir.)
◘
Bizim din ve milliyet
karşısındaki tavrımız, dinin ve
milliyetin insanın tarihsel
sınırlamasını ortadan kaldıran
bir yaklaşım biçimi içermelidir.
Bu tikel-insanın komünal
birliğine giden yolu açmamızı
sağlayacaktır. Aynı zamanda biz
burjuva egemenliğini dışlayan
insan-yaşam biçimini temel
almamız gerekmektedir.
Burjuvazinin din karşısındaki
hukuki yaklaşımının
temellendirilmiş biçimi olan
laiklik şöyle tanımlanmıştır:
”Dünya işlerini din
işlerinden, dini otoriteden
bağımsız olarak ele alan.” ☺
Bizse bu tanımı aynı biçimde
ele alamayız. Çünkü kamu ile
özel hukuk arasındaki ayrım
burjuva hukukunun kendi içsel
bir ayrımıdır. Burjuva hukukunun
otoritesini uyguladığı alanlarda
geçerlidir. Devletin alanı bu
ayrımdan ‘hukukun üstünde’
olması nedeniyle ayrılır:
Yönetici sınıfın devleti olan
devlet ne kamudur, nede özeldir.
Tersine herhangi bir kamu özel
ayrımının ön koşuludur. Bu biçim
sadece ve sadece devletin kamu
hayatını dini otoriteden hukuki
olarak ayırır. Ama kamu hayatı
da egemen dini içerir ve egemen
dini kadrolardan da meydana
gelir. Dolayısıyla toplum-birey
ve birey-birey arasındaki ilişki
egemen-laik biçimde yürür.
Yönetim-insan ilişkisi egemen
din bazındaki bir ilişkiyi
dışlamaz. Fakat saklı egemen din
baskısı da toplum hayatına var
olur. Bu şu anlama gelir. Kamu
ve özel hayat içindeki dini
ilişkininde birbirinden
ayrılmasını gerektirir. Çünkü
devlet kurumlarında oldugu gibi
özel kurumlarda ideolojik devlet
aygıtları olarak görev
yapmaktadırlar. Var olan laiklik
şekli ancak egemen dinlerin
diğer ezilen din ve mezhepler
karşısındaki özgürlük alanlarını
genişletir. Bizim ortaya koymaya
çalıştığımız yaşam biçimi
toplum-insan ve insan-insan
sosyal ilişkilerinde insan
kimliğinin öne çıkmasını
sağlayan bir biçimdir. Milliyet
ve ırkları birbirinden ayıran
problem tümüyle tarihsel bir
sınırlama sonucu meydana
gelmiştir. Bu sorunlarda insanı
birbirinden ayırır. Çünkü
kapitalizm tek tanrılı dinlerle
egemen-tarihsel kültürel
hegemonyayı sınıfsal bağları
içinde devam ettirmektedir. Bu,
insanlık açısından bireysel ve
toplusal tarihsel bir
sınırlamayı getirmektedir. Bu
durumda iki boyutludur.
Birincisi tarihsel kültürel
hegemonyaya onay verenlerdir.Bu,
hem kendi içinde bir sınırlılığı
hem de dıştan sürdürülen bir
sınırlılığı ifade eder. İkincisi
ise bu tarihsel-toplumsal ve
sınıfsal kültürel hegemonyaya
karşı onay vermeyenlerin
üzerinde dışardan gelen bir
sınırlamadır. Kamusal ve özel
ilişkilerin toplum-insan ve
insan-insan ilişkisine göre
hukuki olarak yeniden
yapılanması gerekir.
Bizim sınırlanmış kardeşliği
değil tikel insan zemininde
komün birliğini istememiz
gerekiyor. Bizden başlayan
yerel, bölgesel ve dünya çapında
yeni bir birlik örgütlenmesi
yaratmamız gerekiyor. Çünkü
uluslar ötesi şirketler
kozmopolitan çıkarlara dayalı
ekonomik, siyasal birlikler
oluşturarak bu egemenliği dünya
çapında kurmak istiyorlar.
Bugün tarihsel bölünme içinde,
genel bölünmemiş insan
sömürüsünün tarihsel egemenliği
sosyal, siyasal, toplumsal ve
ekonomik olarak din ve milliyet
içinde de gizlenmiştir.
Bu tarihsel bölünmelerin ortadan
kaldırılarak, genel bölünmemiş
insan zemini üzerine oturacak
bir örgüt ve kadro yapısının
kurulması ve yeni bir kültürel
yapının ortaya çıkarılmasıyla,
geleceğimiz hakkında söz sahibi
olabiliriz. İnsanın özgürleşmesi
ancak buradan itibaren
başlayabilir.
|