Alevilik Müslümanligin disindadir

 
İçindekiler

Alevilik nedir?

Modern Alevilik

Aleviliğin kökleri

Alevi İnançları

Dedelik


Cem

Alevi teorisi Pratigi

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

SİYASAL İKTİDARIN ELE GEÇİRİLMESİ BİR DEVRİM Mİ ?


TARİHSEL-TOPLUMSAL EGEMEN VE SÖMÜRÜ “ÜRETİM”İNİN EKONOMİK, POLİTİK VE İDEOLOJİK KAPİTALİST BİR RESTERASYONU MU

Devrim geniş anlamda nitelik değişikliğini anlatır. Dar anlamda ise toplumdaki nitelik değişikliğini dile getiren toplumsal devrimle özdeştir. Geniş anlamda devrim doğasal, bilinçsel ve toplumsal her türlü niteliksel değişmeyi dile getirir.Diyalektik ve tarihsel maddeci öğreti, gerçeğin, doğasal evrimin insanlı döneminde, bir ucu maddede ve bundan ötürüde pratikte, öteki ucu bilinçte ve bundan dolayı da kuramda bulunan ikili karakterini aydınlığa çıkartarak Hegelci metafizik aşılmıştır. Bilim ve pratikle bağlantı kurmayan tek yanlı bilinç ve kuram evresinde metafizik güçlü olmuştur. Fakat bilim ve pratikle bağlantı kurulan çok yanlı evresinde diyalektik dünya görüşü zorunlu hale geldiğinden bu metafizik kuram gerilemiştir.
Metafizik ve Klasik felsefede diyalektik toplum ve doğa bilgisi bulunmadığından devrim kavramı diyalektik ve tarihsel materyalizm felsefesinde terimleşmiştir.
Marks yazmış olduğu kapitalde toplumsal devrimlerle ilgili çok önemli olan bir noktaya dikkat çekmiştir:

“Daha önceki bütün devrimlerde faaliyet biçimi değiştirilmemiş, sadece bu faaliyetin değişik insanlar arasında yeniden dağıtılması ve yeni bir iş bölümü meydana getirilmesi söz konusu olmuştur. Oysa toplumcu devrim kendinden önceki faaliyet biçimlerine karşı yapılır, emek gücüne son verir ve sınıflarla birlikte her türlü sınıf egemenliği ortadan kaldırır. Çünkü bu devrimi yapan sınıf artık toplumda bir sınıf sayılmayan, bir sınıf olarak tanınmayan ve çağdaş toplumda bütün sınıfların, ulusal bağlılıkların vb. çözülüşünün ifadesi olan bir sınıftır.”•

Lenin ise siyasal devrim kavramını toplumsal devrim kavramından ayırarak siyasal devrimi “devletin sınıfsal niteliğinin değişmesi için devlete el konulması” olarak tanımlamıştır.Bu yüzden iki kavram birbirine bağımlıdır. Lenin toplumsal devrimde devletin sınıfsal niteliğinin değişmesini belirtmek için bu ayrıma gitmiştir.
Bugün bu kavramlar birbirine karıştırıldığı gibi siyasal iktidarın ele geçirilmesi ve devlet biçiminin değiştirilmesi de bir devrimmiş gibi yorumlanmaktadır. Buna bağlı olarak ta İran da Monarşist-Faşist Şahın Mollalarca yıkılması bir devrim olarak nitelenmiştir.
Halbuki Şah İsmail Safevi devletinin son zamanlarında “heteredoks Kızılbaş” Türkmenliğinden Fars “Ortodoks” 12 imam Şii Müslümanlığına geçilmiş olmasının temelinde merkezi ordu ve devlet bürokrasisi vardı.12 İmam “ortadoks Şii Müslümanlığı” devletin millileştirilmesinde önemli bir rol oynamıştır. Buda yetmemiş İran monarşi geleneği kullanılmıştır.Bu gelenekte kral son derece güçlü ve mutlaktır:yetkilerini tanrıdan almaktadır.
Monarşit-Faşist Şah döneminde askeri harcamalara ağırlık verilerek devlet daha da güçlendirilerek İran halkı daha da yoksullaştırılmıştır.Bu dönem içinde Şah ve Rejimine karşı Mollaların dini ve politik gücü çok daha artmıştır. Şah tam da Şii doktrinindeki “yezit”ti. Böyle bir toplumsal zeminde faşist-şah yıkılmıştır.Yerine Anti-demokratik, otoriter ve ideolojik bir devlet biçimi kurulmuştur.
Mollalara dayanan oligarşik-devlet biçimi burjuva cumhuriyetçi devlet biçiminin ve onun siyasal iktidarının İslamcı ve diktatör bir versiyonudur.
Burada üstün otorite halk değildir, ulemadır. Anayasa “velayeti-i fakih”(ulemanın denetimi) kurumunu “müçtehit” ve “ayetullah” denilen din adamlarını ‘üstün otorite’ haline getirmiştir. Aynı zamanda Cumhurbaşkanlığının üstünde dini rehberlik” makamı vardır.Böylece yasama alanında “velayet-i fakih”, yürütme alanında ise “dini rehberlik” kurumu vardır.
Bu bakış açısı “Tanrısal ilerlemeci” egemen doğu Sünni-İslam ve Hıristiyan modern-batı ideolojik anlayışının ortak bir siyasi sonucudur. Yani tarihi “yenilikçi” bir biçimde tarihsel olarak yeniden yorumlamanın modernist bir sonucudur. Bu politik durum tarihle tarihselliği birbirine eşitleyen modernist yaklaşımların kapitalizmle ilişkilendirilmesinin bir sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu eşitlemeyle egemen tek tanrılı dinler ile modernizm arsında da bir bağlantı kurulmaya çalışılmaktadır. Kısacası İslam ile kapitalizm arasında egemen-kültürel bir bağ kurulmuştur. Bu dünya görüşü modernist ve post-modernist kuramlarla bağlantılıdır. Bu kuram kapitalizm (Rekabetçi emek ve ürün piyasaları bağlamında sermaye birikimi), askeri iktidar (Savaşın endüstrileşmesi bağlamında şiddet araçlarının kontrolü), endüstriyalizm (Doğanın dönüştürülmesi, “yapay çevre”nin gelişimi) ve gözetlemeye (Enformasyonun ve toplumsal denetlenmenin kontrolü) dayanır. Bu tarih yorumu metafizik bir burjuva biçimdir. Bu biçim tarihsel gelişmeye yanlış bir bütünsellik yakıştırmakla kalmayıp aynı zamanda modernliğin özel niteliklerinin gözden kaçırılmasına da yol açar. İran da sol hareketlerin Şaha karşı Mollalarla yaptıkları ittifak ile tarihsel olarak yanlış bir politik tavra yöneldikleri gibi.
İran da mollalar zümresinin tarihsel-kültürel geçmişe dayalı ve toplumsal zemini çok daha geniş anti-komünist ve demokrasi karşıtı gerici oligarşik bir Şii-diktatörlüğü vardır. Cumhuriyetin Faşist-Monarşik yapısıyla Oligarşik-Molla yapısı ve rejimi arasında tarihsel ve iktisadi nedenlere bağlı bir çelişki vardır. Bu durum aynı zamanda toplusal iktidar biçimleri ile de ilgilidir. Çünkü İran da kurulan toplumsal sistem muhalif dinler ve milliyetler üzerindeki tarihsel-kültürel egemenlik ve sömürü biçimleriyle toplumsal anlamda laik bir burjuva hesaplaşma içine girmemiştir.Tarihsel ve burjuva-laik egemenlik biçimleri ve rejim anlayışı arasındaki tarihsel-çatlaklıktan mollalar devlet ve rejimi doğmuştur. İran da iç durum böyle olmasına rağmen yeni oluşan devlet ve rejimin modernizm ile iktisadi, politik ve ideolojik bağlantıları vardır. İran da “devrimci ve sosyalist hareketlerin” mollalarla ittifakı modernizm zemininde kurulacak bir tarihsel egemenliğin paylaşılması düşüncesine dayanmaktadır. Aynı zamanda bu politik yaklaşım egemen-doğu Sünni-İslam’ının batı karşıtı bir“anti-emperyalist” yayılmacı tarihselciğinden beslenmektedir. Aynı durumu Hıristiyan-batı dünyasında da görmek mümkündür.Bu iki eğilimde aynı noktadan referans almaktadır.Şii-mollalarının batıya karşı politik tavır’ı bir anti-emperyalizm değildir.
İran, ABD’ yi bir taraftan “en büyük emperyalist şeytan” diye nitelerken diğer taraftan Almanya ile en büyük dış ticareti gerçekleştirmektedir. Aynı zamanda Amerikan önderliğinde, her türlü sınır ve engele tabi olmayan, insan ve doğadan mutlak bir biçimde kopartılmış sadece “değişim değerine” sahip birbiriyle toplanabilir ve çıkarılabilir bir dünya oluşturulmaya çalışılmaktadır. Özellikle genel organik bütünlüğü ve insanın özne olmasını tümden insanın elinden almaya çalışan ABD ile tanrısal öznenin insandan bağımsız olarak yarattığı şeylerin insan tarafından sorgulanamayacağı ölçütlerini koymaya çalışan İran’ın politikası birbiriyle ört üşmektedir.
En sonunda bu ittifakın faturasını hem İran halkı hem de bir çok devrimci ve sosyalist ödemiştir ve halada ödenmeye devam edilmektedirler. Burada Batı-Avrupa da egemen dinin burjuva devrimlerinde oynadığı toplumsal rol analiz edilmemiştir. Bunun sonucunda binlerce insan öldürülmüştür.Dolayısıyla Şah’ın yıkılması ve Mollaların iktidara gelmesiyle “sosyalist hareketler” traji-komik bir durum yaşamıştır.
Bugün devrimin maddi koşulları dendiğinde ise sadece üretici güçler akla gelmektedir. Üretici güçler tarihsel “üretim”in üzerine oturmaktadır.Açıkçası “üretim” “insan ve doğaya” tabi değildir. “Üretim” insan ve doğaya bağlı olmadığından beşeri yaşam öncelikli bir tarihsel-toplumsal yaşam biçiminin üzerine de oturmamaktadır. Tersine bu yaşam biçimi sınırlandırılmış tarihsel-toplumsal yaşam biçimine bağlıdır. Böylece yaşamın kendisi sömürü ve egemenlik biçimi haline getirilmiştir. Bu günkü kapitalist üretim biçimi ve siyasi iktidarın toplumsal yapılanması böyle bir tarihselliğe dayanmaktadır.Halbuki bugünkü toplumun temelinde yatan devrimci dinamik tarihsel-toplumsal egemen ve sömürü biçiminin yeniden üretimine dayanan bir toplumsal yaşamın kendisine başkaldıran devrimci bir kitle ve önderlik de vardır.Her iki tarihsel-kültürel toplumsal yapı iç içedir. Hem “üretim” insan-doğa hem de “siyasal iktidar” insan-doğa ilişkisini sorgulayacak tarihsel-maddi bir gövde vardır. Hem de devrimci-politik önderliğin gövdesini oluşturacak emekçi sınıflar içinde niteliksel değişikliklere açık tarihsel ve sınıfsal çelişkiler vardır.İlki tarihsel ve sınıfsal maddi bir gövde ikincisi ise tarihsel ve sınıfsal olan politik baştır.
Geçmişte “burjuvazinin devrimci barutunun tükenmediği” dönemde ortaya koyduğu burjuva önderliğindeki “devrimler” “üretim”in tarihsel-toplumsal ve siyasal yapılanmasını değiştirecek güçte ve çapta olamamıştır.Çünkü İnsanlığın ilk ortaya çıkmasıyla birlikte doğanın insanlar üzerinde hakimiyeti vardı. Avcı toplumlarında ise insan ile doğa arasında ki ilişkilerde belli bir denge vardı.”Üretim” de fiziğin kullanılmaya başlamasıyla “üretim” insan ve doğaya göre öncelikli bir hal almıştır. Burada “ üretim” insan üzerinde tarihsel bir sömürü ve egemenlik kaynağı haline gelmiştir.Bu aynı zamanda doğa aleyhine bir hakimiyeti de içinde barındırıyordu. Burada insan ile bu tarihsel “üretim” arasında yaşamsal bir çelişki vardır.Bugün ki kapitalist üretimin toplumsal yapılanması böyle bir “üretim” üzerine kurulmuştur.
Burjuvazinin “devrimciliği” bu tarihsel-kültürel egemen toplum ve sömürü biçimini bir birine çevrilebilir hale getirerek restore etmektir, yok etmek değil. Burjuvazi’nin”devrimciliği” tarihsel olan egemenlik ve sömürü biçimleri ile sınırlıdır. Çünkü bu devrimler tarihsel-egemenlik ve sömürü düzenini değiştirmeye yönelik değildir.Sadece geri bir üretim biçiminden diğerine geçişi sağlayan tarihsel-toplumsal bir yapılanmayı devam ettirmek için yapılmıştır. Dolayısıyla gelecekte olacak “sosyalist üretim biçimi” burjuva devrimlerindeki “üretim biçimi” kavramıyla sınırlı olduğu müddetçe dünyada tarihsel-toplumsal egemenlik ve sömürü biçimi ortadan kaldırılamaz. Tarihsel egemen üretim “üretim biçimlerinin” toplumsal altyapı ve üst yapı kurumlarını sınırlamıştır. Bu değişme sadece toplumsal “üretim tarzı” içindedir. Geçmişte olan burjuva “devrimleri”nin geniş anlamda niteliksel bir devrim olması mümkün de değildi.”Meydan Larousse” ansiklopedisinde Devrim şöyle tanımlanıyor:

“Yeni, Köklü tedbirlerle kısa sürede meydana gelen önemli değişiklik, büyük yenilik, .......Ayaklanma sonucu iktidarı ele geçiren kimselerin zor kullanarak toplumda ani ve derin siyasi, iktisadi ve sosyal değişiklikler yapması sonucu ortaya çıkan tarihi olayların tümü,”§

Buradaki alıntıda da devrim metafizik anlayışla tarif edilmiştir. Doğa-insan, insan-insan arasındaki ilişkiyi ve toplumsal bilinci bütünsel-niteliksel bir değişiklik olarak ele almamıştır.Siyasal İktidarın ele geçirilmesi tarihsel-toplumsal üretim düzenini dışlayan ekonomik, politik ve ideolojik bir önderlik hattına oturtulmadığı müddetçe yeni bir toplumsal yaşam biçimi kurulamaz.”Devrim” geçmişte olduğu gibi burjuva sınıf perspektifinin ötesine geçemez. Dolayısıyla devrim tarihsel-toplumsal bilinç bazında doğa-insan, insan-insan ilişkilerini niteliksel olarak değiştirecek bilinci ve bütünsel bir yenilenmeyi kapsar. Böyle niteliksel bir zeminde yürütülmeyen mücadele ancak tarihsel-toplumsal egemen “üretim”in üzerinde kapitalist üretim biçiminin kurulmasıyla sonuçlanır.Bu ekonomik ve siyasal duruma “devrim” demek mümkün değildir. Burjuva ideolojik perspektife sahip bir “devrim” ancak “burjuvazinin devrimci barutunu tükettiği” bir dönemde küçük burjuva önderliğin ortaya koyduğu siyasal bir anlayış olabilir. Bu durum gelişmiş kapitalist üretim biçimini “sosyalist üretim” diye tarihsel-toplumsal egemen ve sömürü “üretim”inin üzerine inşa etme girişimidir. Bu politik durumu ancak devlet kapitalizminin “sol’dan” restarosyonu diye adlandırabiliriz.
Sonuç olarak devlet kapitalizminin o ülkede gelişmesine paralel egemen devlete bağlı uluslaşmada birlikte gelişir.Modern egemenlik ve sömürü içinde dinin köleci toplumdan kalan egemenlik ve sömürü biçimleri birleştirilerek çeşitli modern sınıflara yedirilir. Bu durum bir taraftan karşı ulusal ve ulusal-dini bilincin yaratılmasını gündeme getirir.Diğer taraftan egemen ulusçuluğa dayalı dini toplumsal bilincin sınıfsal zeminde kapitalizm ile uzlaştırma sürecini başlatır. Tarihsel olan bu iki egemenlik ve sömürü biçiminin tarihi kökleri aynı kaynaktan beslendikleri için tarihsel ezilen sınıfın politik karşı duruşu modern toplumsal biçimler alır. Burada insanın insanı sömürmediği ve insan ayrımının olmadığı evrensellik ile ulusal egemenlik ve sömürü ayrımına dayanan ulusallık arasında tarihsel bir çelişki vardır. Tüm dünyada tarihsel ezilen sınıflar ile birbirine çevrilmiş tarihsel egemen sınıfların toplumsal-siyasal yapılanması ve hayat tarzı arasında tarihsel bir çelişki yaşanmaktadır.
Bu egemen tarihsel yapılanma içinde devlet kapitalizmi genel olarak sermayenin egemen-ulus bazında merkezileşmesine hizmet eder. Sermayenin merkezileşmesi aynı zamanda karşı ulus bazında ulus-devlete yönelik egemen bir burjuva bilincinin oluşmasını sağlar.Bu durum yerel ve uluslararası alanda“bağımsızlıkçı” politik ittifak ilişkilerini doğurur. Bu durum tarihi-sınıfsal ve toplumsal sömürü biçimlerinin ekonomik ve politik sürekliliğini gündeme getirir.
Bu iki siyasal-örgütsel güç Fransız Devrimiyle başlayan yeni dünyadaki kapitalist iş bölümü içinde, ulus-devletlerin safında yer almaları ile genel egemenliğin bir parçası haline gelir. Sermayenin egemen “ulus-devlet” zemininde merkezileşmesine paralel uluslararası “liberal Pazar” ile bütünleşmekten yana liberalizm de doğar.Diğer yandan her iki zeminde laik veya dini görüş çerçevesi içinde dünya kapitalist pazarıyla bütünleşmekten yana olan pozitif13 ve negatif14 liberalizm de politik ve ideolojik olarak kendi kimliklerine kavuşur. Bu siyasal sonucun yansımasını, devletler veya siyasi örgütler içinde de görmek mümkündür. Bu ekonomik-politika aynı zamanda dünya kapitalist pazarıyla bütünleşme ideolojisini de birlikte yaratır. Dolayısıyla onlarla politik yakınlık da gündeme gelir. Bu problem çerçevesinde iki burjuva görüş “çatışır.” Aslında bu durum “ulus-devlet” bazında burjuva kapitalizminin basit iki yüzüdür.
Ne yazık ki bugün dahi bu “çatışma” üzerine “devrim stratejisi” inşa eden siyasal yapılanmalarda vardır.”Sosyalist örgüt veya hareketlerin” bu iki burjuva görüşten birisine yamanarak çözüm bulmaya çalışmaları onları kapitalizmin “kaderi”ne ortak olmaktan kurtaramaz. En sonunda örgüt ve önderlik ettiği sosyal kesimlerin toplumsal yaşam tarzı ve politik düşünceleri dünya kapitalist “liberal pazarı” ile bütünleşmeye uygun ideolojik bir görüş haline gelir. Sonuç örgütsel bölünme ve çözülmedir.
Sonuç:Tarihsel olarak sınırlanmış “insanlığın” içinde bir “toplumsal devrim” ile “yeni bir tarih” yaratmak devrimcilik değildir. Bu siyasal sonuç olsa olsa işçi sınıfı adına ortaya konmuş siyasal hedeflerin egemen sınıfların tarihinin akılcı bir restorasyonu olabilir. Tarih olan insanlıktan “yaşayan insanlığa” varılabilmesi için; insan-insan, insan-madde ve farklı toplum (Tarihsel olarak sınırlandırılmış verili toplum yapısı ile bu sınırlandırılmaya karşı oluşmuş bir toplum yapılanması) ilişkilerinin biçimsel nitelikte evrimci ve ilerlemeci toplum biçimleri üzerinden değil öz ve biçim ile uyumlu devrimci yeni bir toplum tasarıları üzerinden örgütsel yapı ve kadrolarının kültürel olarak yeniden inşa edilmesi gerekir.Bu örgütsel yapının iç işleyişini düzenleyen rejim ile örgütün dış çerçevesin oluşturan biçim arasında kültürel bir uyum olması gerekir.
Ancak bu durum örgütün ve kadroların bugüne kadar tarihsel olarak tasarımlanmış ve sınırlandırılmış tarihsel-kültürel egemen bir bilginin aşılmasını gerektirir. Biz bu hesaplaşmayı ancak tarihsel kültürel tasarımların dışına çıkarak yapabiliriz.Tüm bunlar da yeni tasarlanmış bir kültür çerçevesinde olabilir.Dünyadaki yeni oluşturulacak örgütsel yapılarında bu hedefleri temel alan, ideolojik, politik ve iktisadi, bir programının olmasını gerektirir.
Siyasal ve toplumsal devrimlerin bu güne kadar bir toplumun tümünü ne ölçüde değiştirebildiği sorusu yer alır. Bu gün 1917 şubat ve ekim ve diğer devrimlere öncülük eden parti, kadro ve program anlayışlarının sonucu olan mücadele hedeflerinin yeniden sorgulanmasını gerektirmektedir. Bu anlayışlar stratejik bir çıkar birliği üzerinden değil ki bu takdirde pozitif bir yaklaşım olur. Burada stratejiyle programı bir birine karıştırma sorunu söz konusudur. Bu anlayışlar bir sosyal sınıfın fiili davranışlarıyla değeri özdeşleştirme girişimidir. Böylece değere dayanan hedefler bir olgu konumuna indirgenmiş olur.Bu da sosyolojik pozitivistler tarafından savunulan bir görüştür. Bunun sonucunda da emirleri meşru sayan diktatör zihniyetli “insanlar” ortaya çıkmıştır Dolayısıyla mücadele anlayışı burjuva demokratik bir çerçeveye dahi oturmaz.İşçi sınıfının mücadelesi tarihsel ezilen sınıfların kültürel mirası üzerinden olmak zorundadır. Bu miras da insan değeridir. Tüm bu olumsuzluklar da ancak yeni bir kültürel anlayışla aşılabilir.
Şair Nesimi “ insanın özü ruh değil maddedir”  dediğinde, derisi yüzülerek katledilmiştir.Nesimi’nin uğruna her türlü tehlikeyi göze alabileceği bir değerdir, bu olgu. Burada ortaya konan olayda öngörülen şeyler değerdir. Bu belirleyicidir.Bu değer bireyin tinselliğinin de katılımıyla “toplumsal bir gerçeklik” tarafından ve ortaklaşa başka değerler doğrultusunda yaratılmaktadır.Bu gerçeklik tarihsel ezilen sınıfların bu güne uzanan bireysel ve toplumsal değerleridir. Bu gün modern ezilen sınıfın değeri bu maddi gerçeklik üzenine oturması gerekmektedir.
Benzer bir durum Pir Sultan Abdal içinde söz konusudur.Toplumsal yaşam içinde gerçekleşen olgu-değer ilişkisi burada da vardır. Padişah fermanı ezen bir toplumsal sınıfın inandıkları değerler adına Pir Sultan asılmıştır.Bu Fermanın infazı tarihsel bir olgudur.Bu olguda Pir Sultan tarafından dile getirilmiş değerlerin sonucudur. Bu değerler Osmanlı İmparatorluğu Yönetiminin tümüyle karşısında yer almıştır.
Toprak kale zindanında padişah fermanı beklenirken Pir Sultan’ın tavrı ödünsüz olmuştur. Öldürme tehditleri ona kar etmemiştir.

Kadılar müftüler fetva yazarsa
İşte kement işte boynum asarsa
İşte hançer işte kellem keserse
Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan

Çıkardılar ağ bedenden atmaya
Şimdi indirdiler yine dahmaya
Kanrıldım çevrildim baktım zahmaya
Duysun canlar diye bizi asarlar

……………………………….
Her nereye gitsem yolum dumandır
Bizi böyle kılan ahd u zamandır
Zincir boynum sıktı halim yamandır

…………………………………….
Kalenin kapısı taştan demirden
Yanlarım çürüdü yaştan yağmurdan

Lanet olsun sana ey yezit pelit
Kızılbaş mı dersin söyle bakalım
Biz ol aşıklarız ezel gününden
Rafizi mi dersin söyle bakalım@

………………………………………


 

 

 

 

 



 

 
Haarlem Ehlibeyt derneği,  Email: ehlibeyt2002@yahoo.com