![]() |
|
1- Olayın gözlendiği tüm su kütlesini etkileyecek bir toksik maddenin varlığı, 2-Su kütlesinin bu türlerin yaşamasına elvermeyecek derecede soğumuş/ısınmış olması, 3-Su kütlesinde, canlıların yaşaması için gerekli yoğunlukta oksijenin bulunmaması. Edindiğim verilere göre, çeşitli kuruluş laboratuarlarında su örnekleri ve balıklar üzerinde yapılan analizlerde her hangi bir toksik maddeye rastlanmadığı gibi, bu balıkları tüketenlerde ve deniz kuşlarında toksisiteye bağlı bir olguya rastlanmamış oluşu kanımca birinci varsayımı kendiliğinden ortadan kaldırmıştır. Edinebildiğim, olay sürecinde yapılan hidrografik ölçümlerden elde edilen su sıcaklığı ve suda çözünmüş oksijen (DO) verileri ortalamaları çerçevesince ortaya çıkan verilerden de görüleceği gibi, olay süresinde bölgenin ortalama su sıcaklığı 21.38ºC ile 23.01ºC arasında değişmekte olduğu izlenmiştir. Çeşitli araştırmacıların yaptığı gözlemlere göre, normal şartlardan en az 8ºC lik ani azalmalar balıklarda ölümcül etki yapabilmektedir. Bu durumda ikinci varsayımdaki "ani soğuma/ısınma" olasılığı da söz konusu olamayacaktır. Sularda oksijenin çözünürlüğü suyun sıcaklığına(TºC)direkt olarak bağlıdır. Su soğudukça ve yoğunluğu azaldıkça çözünürlük artar. Bahsi geçen DO değerlerine göre, olması gereken oksijen miktarlarının bu bölge su kütlesinde % 60.5 ile 77.4 oranında az olduğu saptamasını yapmak yanlış olmayacaktır. Bir su kütlesinde balıkların üreme, beslenme gibi fizyolojik faaliyetlerini rahatça sürdürebilmeleri için gerekli oksijen miktarı 5 mg/l dolayındadır. Bu sınırın altına inildikçe balıkların bu fizyolojik faaliyetlerinde belirli aksamalar gözlenir. Normal şartlar altında 3 mg/l nin altında yaşayabilen balıkların tür sayısı son derece kısıtlıdır ve özel bazı şartlara bağlıdır. Ankara Eymir gölünde meydana gelen kütlesel balık ölümü olayı, kamuoyunda ve gurubumuzda çok değişik şekillerde değerlendirilmiştir. Elde olan hidrografik ölçümlere bağlı çok kısıtlı veriler ışığında bile, bu ölüm olayının "boğulma" olduğu kanısını güçlendiren kanıtlar oluşmuştur. Bu kanıtlara karşın, pek çok kimsenin balıkların boğulması konusunda bazı şüpheler ileri sürmeleri olasıdır. Zira, 1) Eymir gölünün limnolojik ve hidrografik yapısı sonucu 2 - 2.5 mg/l oksijen içeren dip sularında dahi bazı balık türlerinin yaşadığı bir gerçektir . 2) Ankara eymir gölünde yıllardan beri, su sıcaklığının belirli bir derecenin altına düşmesi ile, balıkçılarca "kırgın" veya "Balığın kulağına kar suyu kaçtı" şeklinde nitelendirilen, özellikle donmaya bağlı lokal/kütlesel balık ölümleri olduğu bilinmektedir. Basına yansıyan bilgiler, gurup mailleri içerikleri ve ölmüş balık tür tespitleri sonucu ortaya çıkan veriler ışığında, zarar gören balık türlerinin, ekolojik sistemin tüm katmanlarına, yani pelajik, semi-demersal ve Demersal türlere ait oldukları gözlenmiştir. Bu durumda olayın yalnızca yüzeysel bir kirlenme olmadığı, dip balıklarının yanısıra pelajik balıkların da etkilenmesi ile, olayın tüm su kütlesinde rol oynayan bir etkenden meydana geldiğini göstermiştir. Ben bu yazımda balıklarda, ortamdaki oksijen azalması sonucunda meydana gelen ve "boğulma" olarak ifade edilmiş olan ölümün nedenleri üzerinde durmak istiyorum. Oksijen azalması ve balık ölümleri: Ankara Eymir tatlı su sisteminde olduğu gibi, bir su kütlesine organik karakterli atıklar her hangi bir arıtma yapılmaksızın bırakıldığında, belirli bir süre içersinde ortamda bulunan ve organik materyali oksitleme yolu ile bileşenlerine ayıran mikro-organizmalar faaliyete geçerler. Bu olaya self-prufikasyon veya “kendi kendini arıtma” denir. Bu şekilde doğada meydana gelen arıtma sürecinde, atık içindeki karmaşık organik moleküllerin basit inorganik moleküllere dönüşebilmesi, ortamda yeterli miktarda oksijenin bulunmasına bağlıdır. Bu işlemde, atığın seyreltilmesi, çökelmesi gibi olaylar ve güneş ışığı da önemli rol oynar. Greenbank (1945) su kütlesindeki oksijen içeriğinin, bu su içersinde yaşayan balıklardan pek fazla etkilenmediğini, yani balıkların oksijenin yitirilmesindeki katkılarının diğer etkenlere oranla önemsiz olduğunu ortaya koymuştur. Bir su kütlesinde oksijenin organik materyal ile yitirilmesi (deoksidasyon) işlemi oldukça yavaş oluşur. Bu nedenle deoksidasyonun en yüksek düzeyine, atığın bırakılmasından bir süre sonra ulaşılır. Oksijenin yitirilmesi, atığın ortamdaki su kütlesi ile karışması sonucunda seyreltilmesi, atığın ve alıcı ortam su kütlesinin BOD miktarı, organik atığın yapısı, suyun sıcaklığı, bırakılan atığın toplam miktarı, alıcı ortama oksijen sağlayan akıntılar, dalga hareketleri ve atmosfer ile madde alış-verişi, suda bulunan bakterilerin tür ve yoğunluğu gibi pek çok faktörün etkisi altındadır. Evsel atıkların büyük çoğunluğunu organik maddeler oluşturur. Bu organik maddelerde en önemli komponent ise, Nitrojenli (azotlu) bileşikler, özellikle de Amonyaktır. Amonyakın ortamdaki oksijeni kullanarak Nitrat (NO2) ve Nitrit (NO3)e dönüşmesi ortamdaki oksijenin yitirilmesinde önemli rol oynar. Su içersine deşarj edilen organik maddeler ve bunların ayrışmasından meydana gelen metan, hidrojen sülfür (H2S) de oksijenin yitirilmesine neden olurlar. Organik atıklar çok değişik kombinasyonlarda karbonhidratlar, yağlar ve nukleik asitler içerir. Dugan (1973) insan dışkısından evsel atıklara karışan 90 kadar organik madde saptamıştır. İnsan dışkısında bunlardan ayrı olarak başta Fekal ve Koliform bakteriler olmak üzere patojenik mikro-organizmalar, antibiyotikler veya hormonlu bileşikler de bulunmaktadır. Dışkıda bol miktarda bulunan amonyak, oksijeni yitirmesinin yanısıra toksik etki de yapmaktadır. Bir ortama deşarj edilen organik atıklardaki karbonlu bileşikler en az 15-20 günlük bir sürede ayrıştırılırlar ve bu süre sonunda bir oksijen minimum düzeyi ve bir karbondioksit (C02) artışı gözlenir. Daha sonraki dönemde ise, amonyakın nitrit ve nitrata dönüşmesi nedeni ile ikinci bir minimum oksijen durumu ortaya çıkar. Özellikle difüz hale getirilerek alıcı ortam olan su kütlesine püskürtülen ve böylece partiküllere ayrılan organik atıkların yüz ölçümleri arttığından, suda çözünmüş oksijenin çok daha hızlı yitirilmesine yol açar. Organik maddelerin ayrışması sürecinde, atık suyun bırakıldığı "alıcı ortam" daki oksijen içeriği, normal yollardan buraya ulaşan miktarın çok üzerinde kullanıldığından, bölgede yaşayan canlı toplumlarını ciddi boyutlarda etkileyen bir oksijen azalmasına neden olur. Organik atıkların yarattığı su kirlenmesinin tipik özellikleri olan oksijen azalması ve karbondioksitin artması, ortamda yaşayan canlıları ve özellikle de balıkları büyük çapta etkiler ve balıklarda solungaçlar arasında solunumu sağlayan su akımı hacminin artmasına neden olur. Bu su içersindeki oksijen yoğunluğunun azalması, kalbin kan pompalamasını yavaşlatır. Bu ise, solungaçlardan oksijenin emilmesinin engellenmesine ve balığın hareketini sağlayan kaslara kan ulaşımının yavaşlamasına ve normal hareketlerin yapılamamasına neden olur. Balıklar hareketlerini engelliyen bu olguya karşı bir süre direnç göstermeye çalışırlar. Ancak, solunum yapılan su kütlesindeki oksijen miktarı balığın hemostatik mekanizmasını sürdürmeye yetmeyecek ve taşıyıcı ortam olan kandaki oksijen miktarı da yetersiz olacağından, balığın standart metabolizması iflas eder. 1946'lardan beri balıkların oksijen gereksinimlerinin en düşük düzeyleri konusunda bilgiler oluşmaya başlamıştır. Ellis ve Westfall'in araştırma sonuçlarına göre, sucul ekosistemlerde çözünmüş oksijenin su organizmaları üzerindeki etkisi, tek başına büyük bir anlam taşımaz. Zira, çok düşük oksijen konsantrasyonlarında dahi, bazı aquatik organizmaların yaşamlarını sürdürebildikleri gözlenmiştir. Oksijen yoğunluğunun aquatik canlılarda yarattığı etkiler, yaşam için gerekli diğer etkenler ile birlikte göz önüne alındıklarında anlam kazanmaktadır. Örneğin çok düşük oksijen konsantrasyonlarında yaşayabilen balıkların kanlarındaki alyuvarlar(eritrosit)ın miktarı çok fazladır. Şayet oksijen yoğunluğu yüksek olan sularda yaşayan bir balık türünü, belirli türlerin rahatça yaşamlarını sürdürebildikleri ve bu şartlara fizyolojik olarak kendilerini adapte ettikleri düşük oksijen yoğunluğundaki bir su kütlesine yerleştirecek olursak, sonuç ölümcül olacaktır. Yapılan araştırmalar, balık ağırlığı ile oksijen kullanımı arasında ters bir ilişkinin bulunduğunu ve bu ilişkinin ekspotansiyel olduğunu ortaya koymuştur. Bir bölgedeki çözünmüş oksijen içeriğinin Biyolojik Oksijen İhtiyacı (BOD veya BOİ) yüksek olan organik (örneğin evsel) atıklar ile azaltıldığı su kütlelerinde, balıklardaki ölümcül etki çok şiddetli olur. Balık türlerinin ortamdaki oksijen yoğunluğuna karşı davranışları, ortam şartları kadar türlerin kökenine de bağlıdır. Deneyler soğuk su formlarının, sıcak su seven formlara oranla çok daha yüksek miktarda oksijene gereksinim duyduklarını göstermektedir (Jahoda 1947). Bunun başlıca nedeni, sıcak sularda oksijenin soğuksulara oranla çok daha az çözünmesinden ve sıcak su formlarının doğal olarak daha düşük oksijen konsantrasyonlarına uyum sağlamış olmasından kaynaklanmaktadır. Çok ender olarak görülmekle birlikte, suda oksijen içeriğinin çok yüksek miktarlara ulaşması (Süper satürasyon) sonucunda da, balık ölümleri gözlenebilir. Böyle durumlarda balıkların solungaçlarındaki kapiler damarların gaz ile bloke olması, yani balığın ölümü ile sonuçlanan bir gaz ambolisi meydana gelebilir.(Woodbury 1942) Konuyu özetlemek gerekirse: 1- Ankara Eymir su sisteminde gözlenen kütlesel balık ölümleri, her vesile ile sürekli olarak belirtmeye çalıştığım, arıtma yapılmaksızın uygulanan deşarjlar ve oksijen azalması olgusunun su yüzüne çıkan bir kanıtıdır. 2-Kısıtlı olmakla beraber ele geçen ölçümler, ifadeler ve gözlemler, olayın meydana geldiği su kütlesinde, tüm su katmanlarında oksijenin balıkların yaşmasına elvermeyecek yoğunluğa düştüğünü, bunun sonucunda balıkların oksijen azlığından boğularak öldüklerini açıkça ortaya koyacak niteliktedir. 3- Söz konusu su kütlesinde zaman içersinde birikim yapan aşırı miktardaki organik yük (atıklar), yeni kütlesel ölümlerin oluşmasına elverişli bir ortam yaratmıştır. Sonuç olarak gelişen olaya salt bir “oksijen azalması” olarak bakmak yerine, aquatik ortamları atıklar için “alıcı” ortam olarak gören zihniyetin, bilimsel ölçümlere bile gerek bıraktırmayacak kaçınılmaz sonucu olarak balmak gerektir. İster tatlısu,
ister denizel ekosistemler olsun yurdumuzdaki neredeyse tüm aquatik ortamlar
aynı tehdidin altında bulunmaktadır. Mühim olan haylazı testi kırılmadan
dövebilmektir.
Kaynakça: Artüz,İ. 1988/1989 Cumhuriyet Bilim Teknik. (Marmara konusundaki çeşitli makaleler) Artüz,İ. L.Artüz ve B.Artüz 1989. Marmara Denizinde Meydana gelen Kütlesel Balık Ölüm Olayı Konusunda Rapor. Marmara ve Boğazları Belediyeler Birliği İstanbul. Ellis and Westfall 1946. "Determination of Water Quality" U.S.Fish and Wildlife Serv.Rep.No.9. Greenbank,J.1945."Limnological conditions in ice-covered lakes especially as related to winter-kill of fish. Ecol.Mono. 15. Dr Werner Ladiges, Dieter Vogt 1998 “DIE SÜSSWASSERFISCHE
EUROPAS Paul Parey Verlag
İlk dönemlerde kıyıdan veya sığ sularda,suyun içine girerek yapılan balıkçılığın önemini kavrayan ve daha uzaklarda avlanma düşüncesi oluşmasıyla birlikte Neolitik dönemin insanları ağaçların üstünde sonraki dönemlerde içini oyarak basit kayıklar yaparak gerçekleştirdiler.O döneme ait bazı kayık kalıntıları içinde ilkel zıpkın ve oltalarada rastlanmıştır.Ülkemizde geçtiğimiz yıllarda İzmir’in Ödemiş ilçesindeki Gölcük gölünün suları kuraklık nedeniyle çekilince,dünyanın en eski kayıklarından biri ortaya çıkmış,Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi tarafından koruma altına alınmıştır.Yaşının en az 2600 yıllık olduğu saptanan kayık,4,5 metre uzunluğunda,65 santimetre eninde,bir ton ağırlığında ve kestane ağacından yapıldığı belirtilmiştir. Balıkçılığa ait ilk yazılı kaynaklar,M.Ö.2000 yılına ait mısır betimleme ve yazıtlarıdır.Bu kaynaklarda Mısırlı balıkçıların M.Ö.3000 yılından beri kullandıkları düşünülen ağ şekillerinden bahsedilmekte,adı geçen ağların tarifi bugünkü ığrıp denilen çekme ağlarının ilk şekilleri oldukları anlaşılmaktadır.Çin kaynaklarında ve betimlemelerinde,Orta asya Aral havzasında çok eski dönemlere ait kalıntı ve buluntularada rastlanmıştır.Anadoluda Fenikeliler ve Romalılar zamanında kabuklu yumuşakçaların avlanılmasına yarayan algarna ve dreçlerin kullanıldığı bilinmektedir. Milattan sonraki dönemlerde balıkçılık besin bakımından deniz kıyısında yaşayan toplumların ilgisini özellikle çekmiştir.İlk zamanlar balık ticari bir anlam ifade etmemesine rağmen sonraki dönemlerde bu durum değişmiştir. ![]() Bilimsel anlamda balıkçılık 18.yy.da batıda başlamış,20.yy. ortalarından sonrada teknolojik gelişme ile birlikte doruk noktasına ulaşmıştır.Ülkemizde bu manada ilk çalışma 1915 yılında Et Ve Balık Kurumunun bünyesinde Karekin Deveciyan’ın yayımladığı”Balık Ve Balıkçılık”adlı eser ile ilk bilimsel yaklaşımın başlangıcı olmuş.1950 ve 1960’lı yıllar balıkçılık konusunda bilgi birikiminin yoğunlaştığı yıllar olarak geçmiş,1972 yılında ulusal düzeyde “Su Ürünleri Kanunu” ile Tarım Bakanlığı tarafından kanunlaştırılmıştır.Son yıllarda Ülkemizde Amatör Balıkçılık Derneklerinin kurulması ve aylık dergilerin çıkması ile gelişimini sürdürmektedir. Yazı:
İnsanların faydalandığı kaynaklar iki türlüdür; bunlardan ilk kategoriye miktarları sabit olan maden stokları veya fosillerden oluşmuş yakıtları dahil edebiliriz. Doğaldır ki, bunların miktarları kullanıldıkça azalırlar. Sakınılmaları da, çok dikkatli olarak kullanılmaları ve en az savurganlığı yapmak yolu ile, insanlığa olabilecek en üst düzeyde fayda sağlamalarını temin ile sağlanır. İkinci kategoriye
dahil edebileceğimiz kaynaklar ise, kendilerini devamlı yenileyebilen kaynaklardır.
Bu gibi kaynakları muhafaza edebilmek için bunları kullanmaktan kaçınmaya,
tasarruf etmeye hiç gerek yoktur ve sadece gelecekte de mümkün olduğunca
fazla yararlanmayı sağlayacak bir şekilde kullanılmaları yeterlidir.
Genellikle
sıfır ile, en çok bir değer arasında değişebilecek olan "avcılık şiddetini"
ayar ederek ve kontrol altına alarak, populasyonun gelecekte de en verimli
yararı sağlayabilecek bir seviyede bulundurulması, modern balıkçılığın
tek ve önde gelen görevidir.
Üç tarafı 4
farklı karakterdeki denizlerle çevrili olan yurdumuz, bu farklı sistemlerin
içinde yaşayan canlılarla bir cennet gibidir. Balık avcılığını düzenleyen
sirkülerler ise, ne yazık ki, bu tür çeşitliliğine cevap verecek kapsam
ve esnekliği gösterememektedir.
Konu denizlerden
iç sulara geldiğinde, hiç bir uluslararası kriter ile bağdaşmayan, bölgesel,
coğrafi ve kendine özgü farklı çevresel ve ekolojik şartları göz ardı eden,
yurdumuz geneli için yayınlanan geçmiş sirkülerlere bakıldığında; Türkiye
genelindeki avlanabilir orman içi suların yaklaşık tümü ile (bazıları belirli
bölgeleri itibarı ile, kısmen) avlanmaya yasaklandığı gözükmektedir. Amatör
balık avcılığı söz konusu olduğunda, hiç değilse söz konusu sulak alanların
bir kısmının tekrar gözden geçirilmesinde yarar olduğu aşikardır.
Günümüzde Ticari Balık Avcılığını düzenleyen sirkülerin dışında, bir Amatör balık avcılığı sirküleri de söz konusu olduğundan ve tüm uygar ülkelerde yer aldığı gibi “Ticari” ve “Amatör” farkı yurdumuzda da oluştuğundan, avlanma yöntemlerindeki fark gibi, avlaklar bazında da farkların olması kaçınılmazdır. Bunun en güzel örneğini de senelerdir başarılı olarak uygulanagelen Yedigöller Milli Parkı oluşturmaktadır. Bilindiği üzere; bahsi geçen alan, “Milli Park” statüsündedir. Buna rağmen, (hiç bir şekilde ticari avcılığa açılamazken) rekreatif amatör balık avcılığı uygulaması başarı ile sürdürülmektedir. Sirkülerin “Diğer yasaklar: Madde 15 f)Orman içi sularda amatör balıkçılık yaparken mahalli orman teşkilatından avlanma fişi alınması zorunludur. Bu fişi almadan balık avlamak amacıyla ormana girmek ve avlanmak yasaktır. “ maddesine uyulmak şartı ile (ve/veya benzer bir düzenleme ile) bazı “avlanmanın tamamen ve kısmen yasak olduğu” alanlar yeniden gözden geçirilerek, hiç değilse “resmi tatil günleri kişi başına bir olta ile sportif avcılık yapılması serbesttir” şeklinde bir düzenleme getirilebileceği görülmektedir. Hatta söz konusu alanlar için, ilgili Bakanlık İl Müdürlüklerinden belirli bir bedel karşılığında alınabilecek sezonluk avlanma kartları da “amatör balık avcılarının” bu alanlara bakım katkısını da oluşturabilecektir. Ciddi anlamda bir düzenlemeden bahsedilebilen tüm ülkelerde uygulamalar mikro ölçekli olarak bölgeden sorumlu uzmanların raporları doğrultusunda, çevresel değişken şartlara bağlı olarak ilan edilmektedir. Yurdumuz 814.578km2 yüzölçümü, çeşitli coğrafi farklılıkları olan bölgeleri ve bu şartlara bağlı farklı iklimsel özellikleri dolayısı ile, farklı bölgelerde yer alan ve bu şartların farkından doğan değişik üreme zamanlarına sahip formlarla doludur. İç sularda yer alan [yüksek irtifalarda yaşaması dolayısı ile özellikle alabalık (Salmo trutta)]balık türleri için yurt genelinde tek tip bir zaman kısıtlamasından bahsetmek olanaksızdır. Bu çerçevede, hiç değilse amatör balık avcılığı için popüler olan bazı balık türleri için bölgesel üreme zamanlarını baz alacak, bölgesel zaman yasaklarına gidilmesidir. Halihazırda sirkülerde yer alan tatlısu formu olan türlerin avlanma zamanlarını oluşturan takvimin, hangi bilimsel kriterler baz alınarak oluşturulduğu da meçhuldür. Zaman yasakları kavramı içinde irdelenebilecek bir ikinci unsur da söz konusu sirkülerin kapsadığı zaman dilimidir. Dinamik bir yapıya sahip olması gereken sirkülerin ana kapsamındaki ekosistemlerin, hangi bilimsel verileri temel alan enterpolasyon (projeksiyon) yöntemi ile son zamanlarda bir senelik periyottan 2 senelik periyota yükseltildiğini anlamak mümkün olmamaktadır. Sadece bir örnek olarak ele alındığında; bilindiği üzere, gerçekte bir kültür balığı olan gökkuşağı alabalığı (Salmo gairdneri) “sağılmaksızın” yani yardım almaksızın yumurta dökememektedir. Sularımıza özgü bir form olmayan bu balık, aşılamalar sonucu ve/veya yoğun olarak üretildikleri çiftliklerden kaçarak sularımızda yaşama alanı bulmuştur. Balıklar için öngörülen zaman yasakları, balıkların üreme zamanlarını baz alan, stokun kullanılabilirliğini arttırmak amaçlı kısıtlamalardır. Bu çerçevede üreme olanağı bulamayan bu balık için, bir zaman yasağı koyulması söz konusu olmamalıdır. Buna benzer ortama has olmayan, ancak belirli amaçlarla ortama salınmış ve/veya yukarıdaki örnekte olduğu gibi kaçarak üreme imkanı bulmuş olan yeni türlerin de, ciddi bir düzenleme altında toplanmasında yarar bulunmaktadır. Özellikle doğal
formların söz konusu olduğu rezervuarlarda, büyüme eğrileri çok güçlü olan
gökkuşağı alabalıkları, bu avantajlarını kullanarak doğal formlara baskın
çıkmakta, hatta doğal formların tümü ile kaybolmasına sebep olmaktadırlar.
Sonuç:
Zaten düşünüldüğünde de Tür, boy ve zamanla sınırlanmış bir avcılıkta “yapay” sınırlamalara gerek olmadığı ortaya çıkacaktır. Amatör balıkçılığı düzenleyen bir sirkülerin yanısıra, Ticari avcılığı düzenleyen bir sirküler de söz konusuyken ve ticari avcılığa açık olan alanlarda ticari amaçlı herhangi bir miktar sınırlaması olmazken, sadece amatör avcılara yönelik ve hiç bir zaman uygulanamayan bir miktar yasağı adil gözükmemektedir. Tüm dünyadaki uygulamalarında olduğu gibi; takım, boy ve zaman yasakları ile çerçevelenmiş amatör balık avcısına, ticari avcılığa açık olan alanlarda miktar kısıtlamasının kaldırılması gerekmektedir. Su ürünleri avcılığını çağdaş düzeyde düzenlemenin başarıya ulaşması, deniz/tatlısu ortamında ve doğal dengedeki bu değişimlerin yakından izlenmesine ve bu nedenle de disiplinler arası koordinasyon ve kooperasyonun kurulmasına bağlıdır. Asrımız, çevre sorunları denen çok bilinmeyenli denklemlerin çözümünde multi-disipliner çalışmanın gereğini ve zorunluluğunu ortaya koymuştur. Bu yazıda yer alan bilgiler bilmecenin yalnızca bir yönünü ele almaktadır. Artık Bilim ve Teknoloji dünyasında "one-discipline show" ların çağı gerçekten de kapanmıştır Yazı:
Ana
sayfa Deniz
Balıkçılığı Tatlısu
Balıkçılığı Tehlikeli
Balıklar Balıkçı
Çantası
İLETİŞİM
Sayfa tasarım: Orhan Yılmaz
|