|
Dua; bir çağrı, bir yakarış ve küçükten
büyüğe, aşağıdan yukarıya, arzdan, arzlılardan semâlar ötesine bir yöneliş,
bir talep, bir niyaz ve bir iç dökmedir. Dua eden, kendi küçüklüğünün
ve yöneldiği kapının büyüklüğünün şuurunda olarak, fevkalâde bir
tevazu içinde ve istediklerine cevap verileceği inancıyla el açıp yakarışa
geçince, bütün çevresiyle beraber semâvîleşir ve kendini rûhânîlerin
"hayhuy"u içinde bulur. Böyle bir yönelişle mü'min, ümit ve arzu
ettiği şeyleri elde etme yoluna girdiği gibi, korkup endişe duyduğu şeylere
karşı da en sağlam bir kapıya dayanmış ve en metin bir kaleye sığınmış
bulunur.
Bizim ümit ve arzularımız birer başarı ve
muvaffakiyet sâiki, korku ve endişelerimiz de olumsuz davranışlarımıza karşı
birer temkin ve teyakkuz vesilesidir. Biz, Allah'ın geleceğimizle alâkalı
takdir buyurduğu şeyleri bilmesek de, her zaman ümit ve endişelerimizi, azim
ve kararlılıklarımızı o takdirin birer emâresi ve kavlî, fiilî, hâlî
dualarımızı da -şart-ı âdî plânında- onun bir vesilesi sayarız. Zira,
Hazreti Sâdık u Masdûk'un beyanıyla; sonuçta herkesin elde edeceği netice,
büyük ölçüde o kimsenin davranışlarına bağlı olarak gerçekleşmektedir.
Ne var ki, duada Hakk'a teveccühü kendi isteklerimize bağlayıp, kendi
arzularımızı öne çıkarmamız da doğru değildir. Doğru olan, bir kulluk
şuuruyla Hakk'a yönelip, tevazu ve mahviyet içinde, acz, fakr ve ihtiyaçlarımızın
lisanıyla O'na arzıhâlde bulunmaktır.
Aslında dualarımızla biz, beşerî
isteklerimizin gerçekleştirilmesinden daha çok, Rabbimiz'e saygımızı, güvenimizi
ve O'nun gücünün her şeye yettiğini itiraf eder; son noktayı bazen bir sükûtla,
bazen de -esbâba tevessül mülâhazası mahfuz- her şeyi O'ndan bekleme
durumunda bulunduğumuzu vurgulama adına: "Ne hâlimiz varsa hepsi de Sana
ayân / Dua, kapı kullarından miskince bir beyan.." mânâsına hâl-i pür-melâlimizi
dile getiririz. Evet, bazen Kur'ân-ı Kerim, bazen de sözleri lâl ü güher Söz
Sultanı'ndan alıntılarla istediklerimizi Hakk'ın dergâhına sunar ve ebedî
mihrabımız olan O'nun kapısına yönelerek, ruh dünyamızı şerh eder, içimizi
O'na döker ve "huzurun edebi" diyerek ağzımızı sımsıkı
kapatarak sükût murakabesine geçeriz ki, bazılarınca böyle bir hâl
-ihlâs
ve samimiyetin derecesi ölçüsünde- en belâgatlı sözlerden daha beliğ ve
en yüksek ifadeleri aşkın bir beyan ve bir arzıhâl sayılır. Allah,
gizli-açık her hâlimizi bildiğine göre, duada sözden daha ziyade öz önemli
olsa gerek.. zaten Cenâb-ı Hak da: "Kullarım beni Sen'den sorarlarsa;
bilmeliler ki, Ben onlara çok yakınım; Bana dua edenin duasına icabet ederim"
mazmununca O, arzu ve isteklerimizi bilmede, bize bizden daha yakındır. Bu
itibarla da, istek ve dileklerimizi huzur mülâhazasına bağlayarak,
sessizlikle seslendirmek, hususiyle de o seviyenin insanları için ayn-ı
edebdir. İster gayb telâkkisi, ister huzur mülâhazası, bize bizden daha yakın
olan Rabbimiz: "Siz bana dua edin ki, Ben de icabet edip karşılık
vereyim" buyurarak, bizi duaya teşvik etmekte ve dua etmemeyi anlamsız
bir istiğna ve bir kopukluk saymaktadır.
Dua eden bir kimse, bütün gönlüyle Allah'a
yönelip yalvarışa geçebildiği takdirde, kendine her şeyden daha yakın
olan Rabbisine karşı, kendi beden ve cismaniyetinden kaynaklanan uzaklığını
aşarak O'nun her zaman var olan yakınlığına saygısını ifade etmiş ve
kendi uzaklığının vahşetinden kurtulmuş olur. Cenâb-ı Hak da ona, duyması
gerekenleri duyurur, görmesi gerekenleri gösterir, söylemesi icap eden şeyleri
söyletir ve yapması lâzım gelen şeyleri de yapmaya muvaffak kılar. Bu paye
aynı zamanda nafilelerle ulaşılan öyle hususi bir yakınlık
(kurb)
payesidir ki, artık böyle bir mazhariyetle şereflendirilen "kurb"
kahramanının görmesi, gözler ötesi bir gözle, işitmesi kulaklar ötesi
bir kulakla, diğer aktiviteleri de kendi benliğinin üstünde farklı bir
kimlikle gerçekleşmeye başlar; başlar da bir hamlede gider, ayrı bir buudun
insanı olma seviyesine yükselir; derken, her fırsatta Rabbi'yle dua ve icabet
alış-verişinde bulunur, yalvarış ve yakarışa, O'nun sonsuz kudretine
itimadın ifadesi olarak sımsıkı sarılır ve sırtını sarsılmayan bir güce
dayamış olmanın güveniyle, dilinde dua yürür en olumsuz gibi görünen şeylerin
üzerine.
Bu itibarladır ki, imanın zevkine ermiş ve
ibadette hassaslaşmış ruhlar, kat'iyen duada kusur etmezler. Aksine böyleleri,
ibadeti varlıklarının gayesi gibi duyar ve duaya da fevkalâde önem
verirler..
maddî-manevî sebeplere riayetin yanında gönüllerini Rabbilerine açıp
yalvarmayı, O'na yakınlık arayışının sesi-soluğu gibi değerlendirir ve
dualarını bir ümit, bir reca nağmesi gibi seslendirirler. Böyle bir yakınlık
atmosferinde, çok defa ümit ve beklenti neşvelerinin yanında, bazen de
mehabet ve endişe esintileri hissedilebilir. İnsan, her şeye O'nun sonsuzluk
ve sınırsızlığı içinde baktığı aynı anda, kalbinin râşelerle ürperdiğini
duyar gibi olur ve hemen temkin ve teyakkuza geçer. Duada, her zaman iç içe
yaşanan bu iki hâl, insanın mârifet ufkunun vüs'atiyle mebsuten mütenasip
(doğru orantılı) inkişaf eder. Kur'ân, mü'min tabiatındaki bu hisler
halitasını: "Rabbinize huşû ile ve içten içe duada bulunun"
diyerek, kat'iyen O'ndan müstağni kalınamayacağını, ululuk, azamet ve
ceberûtuna rağmen, rahmet ve inayet kapılarının da ardına kadar herkese açık
bulunduğunu vurgular ve duanın önemi üzerinde ısrarla durur.
Bizim acz, fakr, zaaf ve ihtiyaçlarımıza karşılık
O'nun, bizi var eden, besleyen, büyüten, arzu ve isteklerimizi görüp-gözeten
ve bizi asla başkalarına bırakmayan bir engin rahmet sahibi olması, O'na karşı
tavırlarımızı devamlı ince ayara tabi tutmamız bakımından fevkalâde önemlidir.
Bizler aciz, zayıf ve muhtaç, O ise, her şeye hükmeden mutlak bir
Hâkim'dir.
Bu itibarladır ki, biz hemen her zaman, küçüklüğümüzün şuurunda ve
O'nun büyüklüğünü takdir hisleriyle hep iki büklüm yaşar ve isteyeceğimiz
her şeyi, kavlî, fiilî ve hâlî talep çerçevesinde sadece ve sadece O'ndan
ister ve O'na karşı müstağni davranmayı küstahça bir çalım; O'nunla dua
ve ibadet münasebetlerimizde lâubalî, gayriciddî bulunmayı da bir saygısızlık
kabul ederiz; ederiz de, O'na teveccühlerimizde her zaman ümit ve endişe,
mehabet ve beklenti mülâhazalarımızı beraber götürmeye çalışırız.
O'nun bize çok yakın ve dualarımıza icabet edeceğini düşünürken, ululuk
ve azametini rahmetinin vüs'at ve ihtişamıyla iç içe duyar.. haşyet ve râşelerle
ürperir.. tavırlarımızı yeni baştan gözden geçirir.. ses tonlarımızı
ayarlar.. hâzır ve nâzır birinin huzurunda bulunduğumuz mülâhazasıyla
zevk ve temkini aynı anda hisseder ve yaşarız. Bu mânâda dua her zaman,
Cenâb-ı
Hakk'a arzıhâlde bulunmanın sesi-soluğu olması itibarıyla en sâfiyâne ve
en hâlisâne bir kulluk tavrıdır. Aslında bütün varlık, istidât,
kabiliyet veya fıtrî ihtiyaçlarının dilleriyle hep O'na dua ederler. O da
bunların hepsine, belli bir hikmet çerçevesinde cevap verir ve her sesi duyup
ona icabet ettiğini herkese ve her şeye duyurur.
Ne var ki, dualarımıza cevap verilmesini,
bizim isteklerimizin aynıyla yerine getirilmesi şeklinde anlamak da doğru değildir.
Biz bazen, sadece bugünü, hâlihazırdaki heves ve arzularımızın gereğini
düşünerek kendi talep çerçevemizi daraltmış, yarınları ve bizimle münasebeti
olan daha başka şeyleri gözden çıkarmış olabiliriz. O ise, hem bizim için
hem her şey için, hem bugünümüzü hem de uzak-yakın yarınlarımızı iç
içe görüp-gözeterek, bizim daralttığımız hususları açar, genişletir;
dünya-ukba vüs'atine ulaştırarak, merhamet ve hikmetinin derinliğine göre
çok buudlu cevaplarda bulunur.. evet O, hâlihazırdaki durumumuzu aydınlatırken
yarınlarımızı karartmaz.. bugünün ışıklarını yarınların zulmeti
haline getirmez ve bize iltifatlarda, teveccühlerde bulunurken başkalarına
kat'iyen mahrumiyet yaşatmaz.. herkese ve her şeye çok derinlikli cevaplar
verir, dualarımızı duyduğunu, isteklerimizi nazar-ı itibara aldığını gösterir..
ve huzuruyla gönüllerimize tasavvurlarımızı aşkın ne inşirahlar, ne inşirahlar
verir..
Bütün bu mülâhazalara açık bir gönül,
ellerini açıp yakarışa geçince, kendisini gören, soluklarını duyan, içinden
geçenleri bilen ve iniltilerini değerlendiren her şeye Kâdir, her şeye Hâkim,
istediğini istediği gibi yapan, yaptığı her şeyde farklı hikmetler gözeten
birinin var olduğunu düşünür; O'nun merhameti, iradesi, meşieti sayesinde
her şeyin üstesinden gelebileceği inancıyla gerilir ve en karanlık anlarında
bile sürekli huzur yudumlar, itminan soluklar ve ümitle oturur-kalkar. Bu çerçevede
günde birkaç defa O'na yönelmek, kalbin gözü-kulağıyla fizik ötesi şeyleri
görüp işitmeye çalışmak o kadar derin ve anlamlıdır ki, bir kere bu
mazhariyeti duyup tadan birinin, bir daha da o kapıdan ayrılması düşünülemez.
Bu mazhariyeti tam yakalayamasak da, son bir kez daha o Yüce Dergâh'a yöneliyor
ve O'nun kapısının tokmağına dokunarak inliyoruz:
Ey, varlığı canlarımızın cânı, nûru gözlerimizin
ziyası Yüce Varlık! Sen tenlerimize can vermeseydin, bizim çamurdan, balçıktan
ne farkımız olurdu.! Sen gözlerimize ziya çalmasaydın, kâinatları, eşyayı
nasıl değerlendirebilir ve Seni nasıl bilebilirdik.! Sen bizi önce taştan-topraktan,
sonra da iman ve mârifet bahşederek iki kez var ettin. Sana kâinatın
zerreleri adedince hamd ü senâda bulunsak, yine de hakkıyla şükür
vazifesini yerine getirmiş sayılamayız...
Ey, her zaman güzellikler izhar edip çirkinlikleri
örten ve en çirkin görünen şeyleri dahi izâfî güzelliklerle bezeyen Güzeller
Güzeli! Gönüllerimizi güzellik duygularıyla mamur kıl ve bize her zaman güzel
kalmanın yollarını göster!
Ey, günahlarla kirlenmiş kimseleri hemen
cezalandırmayan, haddini bilmezlerin ayıplarını görmezlikten gelerek onlara
manevî kirlerinden arınma fırsatları veren Merhametliler Merhametlisi! Bizi
günahlarla, hatalarla kirlenmekten koru; kirlendiğimizde de mağfiret ve
merhametini bizden esirgeme! Biz, Senin var etmenle var olduk ve Senin lütuflarınla
ayaktayız. Her zaman Senin cömertliğini soluklamakta ve Senin ihsanlarını
yudumlamaktayız. Dimağlarımıza aydınlık veren Sen; gönüllerimizi iman
zevkiyle mamur kılan da Sensin. Akıl Seni buluncaya kadar şaşkınlıklar içinde
bocalayıp duruyor, nefis de bâğîlikler peşinde koşturuyordu. Aklı rehber
haline getiren Sen, nefsin arzularını frenleyip, ona itminan ufkunu gösteren
de Sensin.. Senin lütuflarınla kendimizi bulduk ve şurada-burada zayi olup
gitmekten kurtulduk.
Gönüllerimiz Senin mârifetinle itminana erip
oturaklaştı.. düşüncelerimiz Sana teslim olmakla öldürücü hafakanlardan
sıyrılabildi. Bizler hemen hepimiz, ellerimiz Senin kapının tokmağında
boynu bükük dilencileriz -Allah, bu dilenciliği sonsuza kadar devam ettirsin-.
Dualarımızla Seni mırıldanıyor, içlerimizi çekiyor ve vereceğin cevabı
bekliyoruz. Bugüne kadar Senden başka bizi duyan, yüzümüze bakan ve şefkatle
başımızı okşayan olmadı. Ne bulduk, ne gördükse Sende bulduk, Sende gördük
ve Sana inancımız sayesinde hayretten, dehşetten, gurbetten ve yalnızlıktan
kurtulduk. Bütün benliğimizle son bir kere daha Sana yöneliyor, af ve afiyet
dileniyoruz.
Kalb katılığından, gafletten, başkalarına
bâr olmaktan, aşağılıktan, aşağılanmaktan, miskinlikten; cehaletten ve
faydasız bilgiden; ürpermeyen gönülden, doyma bilmeyen nefisten, kabul
edilmeyen duadan; nimetlerinin zeval bulmasından, lütuflarının değişip başkalaşmasından;
ansızın bastıran azabından, gelip çatan gazabından Sana sığınıyoruz.
Senden her zaman, yalvaran diller, haşyetle ürperen gönüller istiyoruz. Tövbelerimizi
kabul buyur, bizi günahlardan arındır, dua ve isteklerimize cevaplar lütfeyle!
Delil ve bürhanlarımızı hedefine yönlendir, kalblerimizin ufkunu aç,
dilimizi doğruluğa bağla ve gönül kirlerimizi temizle! Allahım, Senden her
işimizde sebat, Kur'ân yolunda kararlılık ve nimetlerine karşı da duyarlılık
hissi bekliyoruz. Kapına yönelenleri boş çevirme, itaatte bulunanlara bol
bol karşılık ver, Sana baş kaldıranlara da doğru yolu göster..
muzdariplerin dualarını icabetle taçlandır, sıkıntıda bulunanları lütfunla
şâd eyle, hasta ruhlara hususi muamelede bulun, küfür ve ilhad içinde
bocalayanlara da nurunu göster; göster de kalmasın hiçbir yanda muzlim bir
nokta.
Ana
sayfa
Başa dön
|
|