









| |
Sayfayı
yazdır
Sünnet, Kurân-ı Kerimle
birlikte İslâmın iki temel direğinden biridir ve sünnet
olmadan, hadîs olmadan İslâm düşünülemez. Efendimizin (sav) söz,
fiil ve takrirlerinden oluşan sünnet, daha Efendimiz zamanında
zihinlere, hafızalara ve kalplere nakşolmuş, ayrıca yazıya
da geçmiştir. Sahâbe-i kirâm, büyük bir titizlikle sünnete uymuş,
hayatını sünnete göre tanzim etmiş, sünneti muhafaza etmiş
ve hiçbir fazlalık ve eksikliğe meydan vermeden tabiîn-i izâma
nakletmiştir. Dönemlerindeki fitne ateşleri sebebiyle hayatlarını
züht ve takvâ üzerinde İslâma ve İslâmın iki temeli
olan Kurân ve sünnete adayan tabiînin, sayıları binleri aşan
dev imamları, Kurân gibi sünnete de sahip çıkmış ve
karıştırmadan, bulandırmadan onu, kendilerinden sonraki
nesle intikal ettirmişlerdir. Bu üç nesil, yani Sahâbe, Tabiîn ve
Tebe-i Tâbiîn, Efendimizin (sav) mübarek ifadeleriyle, Efendimizden (sav)
sonra gelecek insanların en hayırlılarını teşkil
etmektedirler.
Allah Rasûlü (sav) buyuruyorlar; râvî-i
hadîs de, Câbir b. Abdullah: Sözlerin en hayırlısı,
Allahın kitabı Kurândır; tutulup gidilecek yolların
en hayırlısı da Muhammedin (sav) yoludur sünnetidir.
İşlerin en şerlisi, sünnete muhalif olarak, sonradan ortaya çıkarılanlardır.
Her bidat da dalâlettir.
Ve işte bu mevzuda hayatbahş olan
birkaç ışıktan işaret:
Allah Rasûlü (sav) buyuruyorlar: Ümmetimden
herkes cennete girecektir. Başkaldıran müstesnâ; Başkaldıran
kimdir yâ Rasûlullah? diye sordular. Allah Rasûlü şu cevabı
verdiler: Bana itaat eden cennete girer, bana isyan edense, muhakkak başkaldırmış
ve serkeşlik etmiştir.
Ve yine Allah Rasûlü (sav) buyuruyor:
Benimle ümmetimin misâli ateş yakan adamın misali gibidir ki;
hayvanlar ve kelebekler ateşin içine düşmeye başlarlar. Ben (ateşe
düşmemeniz için) eteklerinizden tutuyorum; sizse onun içine atılıyorsunuz.
Ve yine Allah Rasûlü (sav) buyuruyor:
Sakın herhangi birinizi koltuğuna gerilip oturmuş ve kendisine
emir veya nehiylerimden biri gelir de biz, onu bilmeyiz; (Allahın
kitabı var. Sünnet diye bir şey bilmeyiz.) Kitâbullahta ne varsa,
ona uyarız diyor olarak bulmayayım (dediğini duymayayım.)
Ebû Dâvûdun rivayetinde, yukarıdaki
hadîsin üstünde şunu da görüyoruz: Dikkat edin! Şüphesiz bana
kitap verildi ve kitabla beraber onun bir misli daha verildi. Yani bana sünnet
de verildi.
Ve yine Allah Rasûlü (sav) buyuruyor:
Benden sonra yaşayanlar, pek çok ihtilâf ve herc ü merc görecekler.
Size sünnetimi ve doğruya götüren râşid halifelerin yolunu, sünnetini
tavsiye ederim. Siz ona sımsıkı sarılın. Dişlerinizle
sımsıkı tutunun sünnetime ve râşid halifelerin sünnetine
. Sakının; sonradan çıkma işlerden sakının! Çünkü,
her sonradan çıkma bidat, her bidat da dalâlettir.
Ve bazılarınca İbn Mâcenin
yerine Kütüb-ü Sitteye dahil edilen İmam Mâlikin Muvattaında
da Efendimiz (sav), şöyle buyurmaktadır: Size iki şey bırakıyorum
ki, onlara tutunduğunuz müddetçe asla dalâlete düşmezsiniz:
Allahın kitabı ve Peygamberinin sünneti.
Sünnet, Allahın nazarında ve
Allah Rasûlünün (sav) nazarında budur. Hakikat bu iken, müsteşriklerin
peşinde gidenlere, on dört asır Müslümanlara yol göstermiş,
maden-i hakikat olmuş, Efendimize (sav) ve Allaha ulaştıran
bir köprü vazifesi görmüş ve Kurân-ı Kerim gibi nesilden
nesile, sözle ve yazıyla intikal ede ede bugünlere gelmiş bulunan
Rasûlullahın sünnet-i seniyyesine leke bulaştırmaya çalışanlara,
Arapça bile bilmeden sadece Kurân mealleriyle her meseleyi halledeceklerini
zannedenlere, Allahın kitabında sorulduğu gibi sormak
istiyoruz: Nereye gidiyorsunuz?!
Hadîs, Resûlü Ekrem (as) Efendimiz
Hazretlerinin akvâl, efâl ve ahvâlini söz, fiil ve davranışları
bildiren ilimdir. Çokları, sünnetin takrîrî kısmını da
efâli içinde zikretmişlerdir. Öyle veya bu şekliyle bizim arz
etmeyi düşündüğümüz hususu çok alâkadar etmediğinden üzerinde
durmayacağız.
Efendimizin akvâlinden murad: Kurânın
(vahyi metlûv) dışında olan mübârek sözleridir. Fiillerinden
murâd ise, zât-ı risâlet-penâhilerinden sâdır olan efâldir, büyük
bir kısmı itibariyle bunlara uymakla mükellef sayılırız.
Bu arada, Sultânüs-Sekaleyn Efendimizin âdet kabîlinden olan işleriyle,
şahsı ile alâkalı sünnetlere uymak mecburiyeti olmasa bile,
bunlara dahi halis bir niyetle ittiba, âdetleri ibadet haline getirmesi ve
Onun mübârek davranışlarıyla hedeflenen noktalara yönel-meyi
netice vermesi bakımından sevap ve bereket kaynağı olacağında
şüphe yoktur.
Fıkıh ilminde bu ikinci nevi
fiiller bahis mevzû değil ise de, hadîs ilminde her zaman üzerinde
durulagelmiştir. Efendimizin ahvâli, hadîsçilerce hadîs muhtevasına
dahil, ama, fıkıhçılarca hariçtir. Fakîhler derler ki;
Efendimizin ahvâli, ihtiyârî fiiller nevinden ise, o, efâl-i nebevîyeye
zâten dahildir. Yok, şeref-i nev-i insanın, şemâil-i şerifeleri,
mîlâd-ı nebevîleri, Onun zaman ve mekânı gibi siyer kitaplarında
zikredilen ve şerî hükümlere esas teşkil etmeyen hususlardan ise,
o, fukahânın maksadının dışında kalır ve teşrîde
de esas değildir. Oysa ki, hadîsçilere göre, Efendimiz aleyhi ekmelüt-tehâyâya
izâfe ve isnâd edilen her şey hadîstir ve hadîsçinin iştigâl
sahası içine girer.
Sünnete gelince, Hazreti ferîd-i kevn ü
zaman Efendimize izafe olunan söz, fiil ve takrirlerin umumuna denir ki,
usul-ü fıkıh ulemâsına göre hadîsin mürâdifi sayılır.
Biz, burada şimdi, bu çok geniş
ve şümullü mevzû üzerindeki söylenmesi gerekli olan hususları, işin
mütehassıslarına bırakarak sünnetin tesbitiyle alâkalı
bir-iki önemli meseleyi kuşbakışı arzetmeyi düşünüyoruz.
Sünnet:
Allah Resûlü ve Onun nurlu ashâbının
yaşadığı çağdan günümüze kadar, kitabın yanında
korunup-kollanan ve her asırda yüzlerce dev-âsâ insanın, kabullenip
hemen her meselede müracaat ettiği tertemiz ilâhî bir kaynak ve teşrîde
de ikinci esastır.
Kurân-ı Kerim, pek çok âyetiyle
Hazreti Seyyidül-beşer ve Onun sünnetine uymayı emrettiği
gibi, pek çok sıhhatli ehâdîs-i şerîfe de, yine sünnete ittibâın
önemi ve onun teşrîdeki yeri üzerinde durmaktadır. Denebilir
ki, hemen her devirde aklının altında kalıp ezilmiş
bir-iki nasipsiz istisnâ edilecek olursa, sünnet, din ve dînî hayata esas teşkil
etmesi bakımından bugüne kadar hep Kurânla beraber mütâlaa
edilmiştir. O, Kurân-la o kadar içli-dışlı ve o kadar
beraberdir ki, ne onu Kurân-dan, ne de Kurânı ondan tecrîd
etmek mümkün değildir.
Sünnet, Kurânın mübhem kısımlarını
tefsîr, mücmel yerlerini tafsîl, mutlak olan hükümlerini takyîd, âm olan
kısımlarını da tahsîs etme gibi Kurâna âit
hizmetleriyle âdeta onunla bütünleşmiş gibidir.
Namazlar, rükünleri, şartları,
sıhhat ve fesâdı sünnet ve âdâbıyle; hac, ifradı, kıranı,
temettüü ve bütün teferruatıyla; zekât, nisâbı, nevileri ve
edâ keyfiyetiyle, Kurânda mücmel olarak zikredilip de, sünnetle ayrıntılı
bilgi verilen meselelerin sadece bir kaçıdır. Kurân-ı
Kerimde miras âyetlerinin âm olarak zikredilmesine rağmen,
peygamberlerin mallarının miras olmayacağı, birbirine mirası
olanlar arasında katlin mirasdan mahrumiyete sebebiyet vereceği sünnetle
tahsîs edilen ahkâmdandır. Bundan başka, Kurân-ı Kerîmde
mutlak olarak zikredilen pek çok hükümler vardır ki, onlar da yine sünnetle
takyîd edilmiştir. Bu arada, Kurân-ı Kerimin birtek kelime ile
dahi temas etmediği ve müstakilen sünnetle ele alınan meseleler
de az değildir. Ehlî eşeklerin ve yırtıcı hayvanların
etlerinin haram edilmesini, hala ve teyze üzerine yeğenlerin izdivâcının
yasaklanmasını bu cümleden sayabiliriz.
Sünnet, lugat manâsı itibariyle,
gidişat, iyi ya da kötü- takip edilen yol demektir. Bu manâyı
ifade eden bir hadîs-i şerifte: Kim, İslâmda güzel bir yol,
bir çığır açarsa, onun ecri ve daha sonra o yolda gidenlerin
ecri, yapanlardan eksiltilmemek üzere onundur. Kim de İslâmda kötü
bir yol, bir çığır açarsa, onun ve o yolda gidenlerin vebâli,
yapanlardan eksiltilmemek üzere onun sırtına yüklenecektir
buyurulmaktadır.
Muhaddîsler, usûlcüler ve fukahâ ıstılâhı
manâsı itibariyle sünneti, aşağıdaki ifadelerle tarif
etmeye çalışmışlardır:
Muhaddîslere göre sünnet: Ahkâma ve
amele esas teşkil etsin etmesin, yaptıkları ve ictinâb
ettikleriyle Allah Rasûlünden (sav) -Hanefîlerin nokta-i nazarınca
farz, vâcib, sünnet, müstehab ve âdâp- bize intikâl eden her şeydir.
Yani, Allah Rasûlünün (sav) şemâilidir, hayat tarzıdır, sîretidir.
Usûlcülerin sünnet anlayışı
biraz daha farklıdır. Onlara göre sünnet: Rasûlullahdan (sav)
söz, fiil ve takrir olarak sâdır olan her şeydir. Yani, Rasûlullah
Efendimizin (sav) sözleri, davranışları ve ashâbında görüp
de menetmediği, veya sükûtla tasvip buyurduğu hareketlerdir.
Fukahâ ise, sünnete bidat mukabilinde
ve teşrie, yani farza, vacibe, harama esas teşkil etmesi açısından
bakarlar. Bu mânâda sünnet, hadîsin mürâdifi, ya da müterâdifi sayılır.
Hadîs; tahdis masdarlarından haber
vermek manâsına bir isimdir. Daha sonraları, Efendimize (sav)
nisbet edilen her söz, fiil ve takrire hadîs denmiştir. İbn Hacer:
Şeriat örfünde hadîsden maksat, Efendimiz (sav)e isnat edilen her
şeydir der.
Bazı fuhûl-u ulemâ, hadîs sözünden,
kadim, özlü ve ilahî olanı sezmişlerdir ki, Kurân-ı
Kerimle sünnetin ilk ayrılma noktalarına işaret etmesi bakımından
oldukça önemli bir tevcihtir. Sünen-i İbn Macedeki bir hadîs de bunu
teyid eder mahiyettedir. İbn Mesud, Efendimiz (sav)in bir
keresinde şöyle buyurduklarını nakleder: Onlar başka değil
ikidir: Biri kelâm, diğeri de hidayet buudlu yoldur. Kelâmın güzeli
Allah (cc) kelâmı, hidayetin güzeli de Muhammedin (sav) hidayetidir.
Evet Efendimiz (sav), kendi sözleri hakkında
hadîs demeyi tercih etmiştir. Böyle demekle, kendine ait sözlerle,
kendine ait olmayan sözleri birbirinden ayırdığı gibi, hadîs
ıstılahı olarak ta, bu kelimenin nerede kullanılacağı
hususunu hatırlatmada bulunmuştur.
Sünnet, Allah Rasûlünün (sav) mübarek
sözleridir; yani sünnetin bir bölümünü Onun nurlu sözleri teşkil
eder ki, bunlar, Kurânda yer almayan, fakat bütün fukahâca fıkıh
kitablarına alınıp, pek çok hükme esas kabul edilen Ona ait
nurefşan beyanlardır ki, misal olarak şunları zikredebiliriz:
a. Efendimiz (sav): Varise
vasiyet yokturbuyururlar. Yani, miras bırakan kimse, kendisine vâris
olacak biri için mirasından vasiyette bulunamaz; şu vakfa veya bu hayır
müessesesine vasiyette bulunabilir ama ayrıca kendi mirasçısına
mirasından vasiyette bulunup da, mirasımın şu kadarı
ona verilsin diyemez.
b. Yine, usûl-i fıkıhta,
fıkhın prensipleri arasında yer alan bir başka mübarek sözlerinde
Efendimiz (sav): Zarar verme ve zarara zararla mukabele etme yokturbuyurmuşlardır.
Yani, kimseye zarar verilemeyeceği gibi, birine zarar veren kişiye de
zararla mukabele edilemez.
c. Allah Rasûlünün bir diğer
mübarek sözlerinde ise şöyle buyurulmaktadır: Yağmurların
ve akarsuların suladığı arazide öşür (onda bir),
hayvanlar ile sulanan arazide öşrün yarısı (yirmide bir) zekât
vardır.
d. Deniz suyuyla abdest alabilir
miyim? diye soran bir sahâbisine Allah Rasûlü, dünya kadar fetvalara esas
teşkîl edecek şu mübarek sözüyle karşılık verir:
Onun suyu temiz, ölüsü de helâldir.
Rasûl-ü Ekrem (sav)in davranışları
ve hareketleriyle ortaya koyduğu sünnetdir ki, Kurânda sarihen
zikredilmemiştir. Mesela; Kuran-ı Kerimde namaz emredilmiş
olduğu ve bazı yerlerinde rükû edin, secde edin gibi emirler
bulunduğu; hattâ umumi bazı vakitler zikredildiği halde, kesin
olarak hangi vakitlerde ve kaç defa namaz kılınacağı..
namazın nasıl eda edileceği.. onun farzları, vacibleri.. ve
nelerin namazı bozduğu açıklanmamıştır. Bütün
bu hususlarda, sünneti nazara veren Efendimiz (sav): Beni, nasıl namaz
kılıyor görüyorsanız, siz de öyle kılın buyurarak,
sünnetin husûsî teşrîine işaret etmişlerdir. Yine,
menâsik-i hacc mevzuundaki; pek çok âlimler bile bu hususta yanılırlar.
Ve yanılmışlardır da. Hattâ, hac menasikine dair risaleler
yazan âlimler dahi onu delilsiz, rehbersiz yerine getirememişlerdir. Hatta
Hz. İmamul-Hümamın bile bu hususla alâkalı bir
menkîbesini naklederler.. İşte, oldukça karışık haccın
menâsiki de, tıpkı namaz gibi, yine Efendimizin uygulamalarıyla
belirlenmiştir.
Rasûlullah (sav), ashâbında gördüğü
bazı hoşuna gitmeyen davranışları usûlünce tenkid
buyururlardı. Meselâ minbere çıkar ve isim tasrih etmeden, perdeyi yırtmadan:
Cemaate ne oluyor ki, falan şöyle yapıyor?! diye ikaz ve
tembihde bulunurlardı. Şahsına karşı yapılan
kötü muamelelerde son derece müsamahakâr olmasına rağmen, hakkın
çiğnendiği yerde: -Âişe Validemizin ifadeleriyle-Kükremiş
arslan gibi, ihkak-ı hak edinceye kadar kendisini durdurmak mümkün olmazdı.
Bu arada, Efendimiz (sav), bazen de gördüğü davranışları
menetmez ve sükûtuyla onları tasvib buyururlardı ki, bu da sünnetin
takrirî kısmını teşkil etmektedir.
a. Meselâ; bir defasında iki sahâbi
sahrada su bulamadılar ve teyemmümle namaz kıldılar. Bunlardan
biri, daha sonra aynı namaz vakti içinde su buldu ve abdest alıp,
yeniden namaz kıldı.. diğeri namazını iade etmedi.
Sonra ikisi de gelip, durumu Rasûlullah (sav)a anlattılar. Allah
Rasûlü: Suyu bulduğum halde, ben namazı iade etmedim diyene:
Tam sünnete göre hareket ettin; suyu bulunca, abdest alıp, namazı
iade ettim diyene de: Sana da iki mükafat var buyurdular. İşte
bu, takrirî sünnete girmektedir.
b. Yine, Allah Rasûlü (sav) Benû
Kureyzayı tedibe giderken: Acele edin, namazı orada kılacağız
buyurdular. Acele sözünden bazı sahabî: Allah Rasûlü (sav),
acele edip Kureyzaoğulları yurduna varmamızı ve namazı
orada kılmamızı istiyor manâsını çıkarıp,
hemen yola çıktılar ve namazı orada kıldılar. Diğer
bir kısım sahabî ise, Hayır, Allah Rasûlü (sav), acele
etmemizi istiyor; yoksa namazı burada da kılabiliriz manâsını
çıkararak, namazlarını kılıp da gittiler. Mesele
Allah Rasûlüne (sav) götürüldüğünde, her iki grubun yaptığını
da tasvib buyurdular. İşte, bu ve benzeri hâdiseler de takrirî
sünnete misâl olarak zikredilirler.
Sünnet, Allah Rasûlünün hayatıdır;
İslâmın yaşanma şekli, Allahın ve Rasûlünün
ahlâkıyla ahlâklanma modelidir. Allah (cc), habîbi ve rasûlü Hz.
Muhammed Mustafâya (sav): Sözü sen söyle, sikkeyi sen bas, turrayı
sen kes, mührü sen vur ve insanların önünde sen dur demiş ve
Onu, yolların ayrımında, bütün insanlara doğruyu göstermekle
tavzif buyurmuştur. O da, bunu sözleri, fiilleri ve takrirlerinden müteşekkil
sünnet-i seniyyesiyle yapmıştır ve yapmaktadır.
Sünnet, Rasûlullaha açılan bir
penceredir.. ve o her asırda her şahsa uzanan ve üzerinde yürünmekle
İslâmın yümn ve bereketine ulaşılan kutlu ve mübarek
bir yoldur. Nerede samimî bir kalb Hz. Muhammed (sav) derse, tıpkı
bir televizyon ekranı gibi onun mirat-ı ruhuna Hz. Muhammed Mustafa
(sav) tecelli eder ve nedir istediğin, söyle? der. Evet O, hadîsinin,
sünnetinin takrir edildiği, halkalar teşkiliyle müzakere olunduğu
her yerde ruhen hazırdır.
(Farz, vâcib, sünnet, müstehab, âdâb
adına) Rasûl size ne getirmişse onu alın ve sizi neden
menediyorsa, ondan da kaçının(Haşr,59/7) buyuruyordu.
Âyette geçen ve meçhul şey ifade
eden ism-i mevsûlüyle ister vahy-i metlûv adına Kurân olsun, isterse
vahy-i gayr-i metlûv adına kudsî hadîs ve hadîs olsun, Rasûlün
getirip tebliğ ettiği her şeyi, edatıyla da, bunlara
behemehal ittiba ve itaatin vacib olduğunu ortaya koyuyordu. Aynı
şekilde, ister Kuran yoluyla, isterse içtihadları, yorumları
ve tefsirleriyle Allah Rasûlünün nehyettiği her şeyden de kaçınılması
gerektiği sarâhatini veriyordu ki, âyetin devamında: Allahtan
korkun! diyerek, bunun bir takvâ meselesi olduğunu ve kılı
kırk yaran bir hassasiyetle görülüp gözetilmesi gerektiğini hatırlatıyordu.
Sahâbe bunu çok iyi anlıyor ve Rasûlullahın her sözüne, her
fiil ve takrîrine uymakla takvânın kazanılabileceğini, yani
Allahın vikayesine girilebileceğini düşünüyor ve hayatını
hep Onun vesayetinde sürdürüyordu. Zaten, âyetin sonu ki: Şüphesiz,
Allahın ikâbı çok şiddetlidir tehdidini de gündeme
getirdiğinden, sahâbi gibi kurbet kadrosunun böyle bir riske girmeleri
asla söz konusu olamazdı.
Keza: Şüphesiz, Rasûlullahta
sizin için, Allahı ve ahiret gününü uman ve Allahı çok
zikredenler için güzel bir misâl vardır (Ahzâb, 33/21) âyet-i nurefşanı,
şu eğri büğrü yollarda, şu binbir badire içinde, şu
iç içe handikaplar ağında ve gâileli yürüyüşte ancak
Rasûlullahın sünnetine temessükle sahil-i selâmete çıkılabileceğini
ilân ediyordu ki, Onu bulan ve uğrunda seve seve can veren sahâbe-i
kiram hazerâtı, ancak Onun gemisine binmekle kurtulunacağını
ve ötelerde Onun gözlerinin içine bakılıp, Onun işaretlerine
göre hüküm verileceğini, kendisine: Bunlar için sen ne diyorsun yâ
Muhammed? diye sorulduğunda, Onun, başını yere koyup:
Ümmetî! Ümmetî! diye onları isteyeceğini ve kendisine Huzûr-u
İzzetten hitab tecellî edip: Ya Muhammed, kaldır başını
, iste verilecek, şefaat et, kabul olacak denileceğini çok iyi
biliyorlardı ve âdetâ, ellerindeki cennete girme varakalarını
Ona vize ettirir gibi, Onun kapısına yöneliyor.. berzahta, mahşerde,
sıratta Onun tanımadığı kişilerin takılıp
yollarda kalacağından derin endişe duyuyorlardı. Bu itibarla,
Onun attığı her adımı, her hareketi, söylediği
her sözü yüz işmizazlarına, tebessümlerine ve el işaretlerine
varıncaya kadar Onu takip ediyor, belliyor, yaşıyor ve
naklediyorlardı. Zaten, bizzat Onun fem-i mübarekinden şu müjdeyi
de işitmişlerdi ki, başka türlü hareket etmeleri de mümkün değildi.
Allah, bizden bir söz işitip onu
muhafaza edenin ve sonra da bir başkasına tebliğ edenin yüzünü
(bazı yüzlerin ağarıp, bazılarının kararacağı
günde) ak etsin ve güldürsün.
Bir başka rivayette ise: Allah,
benim sözümü işitip, belledikten, (ruh ve vicdanının
kültürü haline getirip, mahiyetiyle bütünleştirdikten) sonra, onu
tebliğ edenin yüzünü ak etsin ve güldürsün!
|