Sünnet-i seniye

Home
Ölçüler
Dualarımız
Site haritası
Güzel sözler
Çiçek bahçesi
Hadis-i şerifler
Sünnet-i seniye

sayfamıza mesaj

Giriş Sayfası Olarak Ayarla      Sık Kullanılanlara Ekle

Sayfayı yazdır


Aşağıdaki konu başlıklarından birini seçiniz.

Sünnetin önemi

Sünnet ve hadis

Sünnet nedir?

Sünnet çeşitleri 

Kavli sünnet

Fiili sünnet

Takriri sünnet

Sünnetin tespitinin zaruri oluşu

Kur'an-ın sünnete teşviki


Sünnetin önemi

Sünnet, Kur’ân-ı Kerim’le birlikte İslâm’ın iki temel direğinden biridir ve sünnet olmadan, hadîs olmadan İslâm düşünülemez. Efendimiz’in (sav) söz, fiil ve takrirlerinden oluşan sünnet, daha Efendimiz zamanında zihinlere, hafızalara ve kalplere nakşolmuş, ayrıca yazıya da geçmiştir. Sahâbe-i kirâm, büyük bir titizlikle sünnete uymuş, hayatını sünnete göre tanzim etmiş, sünneti muhafaza etmiş ve hiçbir fazlalık ve eksikliğe meydan vermeden tabiîn-i izâma nakletmiştir. Dönemlerindeki fitne ateşleri sebebiyle hayatlarını züht ve takvâ üzerinde İslâm’a ve İslâm’ın iki temeli olan Kur’ân ve sünnete adayan tabiînin, sayıları binleri aşan dev imamları, Kur’ân gibi sünnete de sahip çıkmış ve karıştırmadan, bulandırmadan onu, kendilerinden sonraki nesle intikal ettirmişlerdir. Bu üç nesil, yani Sahâbe, Tabiîn ve Tebe-i Tâbiîn, Efendimiz’in (sav) mübarek ifadeleriyle, Efendimiz’den (sav) sonra gelecek insanların en hayırlılarını teşkil etmektedirler.

Allah Rasûlü (sav) buyuruyorlar; râvî-i hadîs de, Câbir b. Abdullah: “Sözlerin en hayırlısı, Allah’ın kitabı Kur’ân’dır; tutulup gidilecek yolların en hayırlısı da Muhammed’in (sav) yoludur sünnetidir. İşlerin en şerlisi, sünnete muhalif olarak, sonradan ortaya çıkarılanlardır. Her bid’at da dalâlettir.”

Ve işte bu mevzuda hayatbahş olan birkaç ışıktan işaret:

Allah Rasûlü (sav) buyuruyorlar: “Ümmetimden herkes cennete girecektir. Başkaldıran müstesnâ”; “Başkaldıran kimdir yâ Rasûlullah?” diye sordular. Allah Rasûlü şu cevabı verdiler: “Bana itaat eden cennete girer, bana isyan edense, muhakkak başkaldırmış ve serkeşlik etmiştir.”

Ve yine Allah Rasûlü (sav) buyuruyor: “Benimle ümmetimin misâli ateş yakan adamın misali gibidir ki; hayvanlar ve kelebekler ateşin içine düşmeye başlarlar. Ben (ateşe düşmemeniz için) eteklerinizden tutuyorum; sizse onun içine atılıyorsunuz.”

Ve yine Allah Rasûlü (sav) buyuruyor: “Sakın herhangi birinizi koltuğuna gerilip oturmuş ve kendisine emir veya nehiylerimden biri gelir de “biz, onu bilmeyiz; (Allah’ın kitabı var. Sünnet diye bir şey bilmeyiz.) Kitâbullah’ta ne varsa, ona uyarız” diyor olarak bulmayayım (dediğini duymayayım.)”

Ebû Dâvûd’un rivayetinde, yukarıdaki hadîsin üstünde şunu da görüyoruz: “Dikkat edin! Şüphesiz bana kitap verildi ve kitabla beraber onun bir misli daha verildi.” Yani bana sünnet de verildi.

Ve yine Allah Rasûlü (sav) buyuruyor: “Benden sonra yaşayanlar, pek çok ihtilâf ve herc ü merc görecekler. Size sünnetimi ve doğruya götüren râşid halifelerin yolunu, sünnetini tavsiye ederim. Siz ona sımsıkı sarılın. Dişlerinizle sımsıkı tutunun sünnetime ve râşid halifelerin sünnetine . Sakının; sonradan çıkma işlerden sakının! Çünkü, her sonradan çıkma bid’at, her bid’at da dalâlettir.”

Ve bazılarınca İbn Mâce’nin yerine Kütüb-ü Sitte’ye dahil edilen İmam Mâlik’in Muvatta’ında da Efendimiz (sav), şöyle buyurmaktadır: “Size iki şey bırakıyorum ki, onlara tutunduğunuz müddetçe asla dalâlete düşmezsiniz: Allah’ın kitabı ve Peygamberi’nin sünneti.”

Sünnet, Allah’ın nazarında ve Allah Rasûlü’nün (sav) nazarında budur. Hakikat bu iken, müsteşriklerin peşinde gidenlere, on dört asır Müslümanlara yol göstermiş, ma’den-i hakikat olmuş, Efendimiz’e (sav) ve Allah’a ulaştıran bir köprü vazifesi görmüş ve Kur’ân-ı Kerim gibi nesilden nesile, sözle ve yazıyla intikal ede ede bugünlere gelmiş bulunan Rasûlullah’ın sünnet-i seniyyesine leke bulaştırmaya çalışanlara, Arapça bile bilmeden sadece Kur’ân mealleriyle her meseleyi halledeceklerini zannedenlere, Allah’ın kitabında sorulduğu gibi sormak istiyoruz: “Nereye gidiyorsunuz?!” 

  Başa dön

Sünnet ve hadis

Hadîs, Resûlü Ekrem (as) Efendimiz Hazretlerinin akvâl, ef’âl ve ahvâlini “söz, fiil ve davranışları” bildiren ilimdir. Çokları, sünnetin takrîrî kısmını da ef’âli içinde zikretmişlerdir. Öyle veya bu şekliyle bizim arz etmeyi düşündüğümüz hususu çok alâkadar etmediğinden üzerinde durmayacağız.

Efendimiz’in akvâlinden murad: Kurân’ın (vahyi metlûv) dışında olan mübârek sözleridir. Fiillerinden murâd ise, zât-ı risâlet-penâhilerinden sâdır olan efâldir, büyük bir kısmı itibariyle bunlara uymakla mükellef sayılırız. Bu arada, Sultân’üs-Sekaleyn Efendimiz’in âdet kabîlinden olan işleriyle, şahsı ile alâkalı sünnetlere uymak mecburiyeti olmasa bile, bunlara dahi halis bir niyetle ittiba’, âdetleri ibadet haline getirmesi ve O’nun mübârek davranışlarıyla hedeflenen noktalara yönel-meyi netice vermesi bakımından sevap ve bereket kaynağı olacağında şüphe yoktur.

Fıkıh ilminde bu ikinci nevi fiiller bahis mevzû değil ise de, hadîs ilminde her zaman üzerinde durulagelmiştir. Efendimiz’in ahvâli, hadîsçilerce hadîs muhtevasına dahil, ama, fıkıhçılarca hariçtir. Fakîhler derler ki; Efendimiz’in ahvâli, ihtiyârî fiiller nev’inden ise, o, efâl-i nebevîyeye zâten dahildir. Yok, şeref-i nev-i insanın, şemâil-i şerifeleri, mîlâd-ı nebevî’leri, O’nun zaman ve mekânı gibi siyer kitaplarında zikredilen ve şer’î hükümlere esas teşkil etmeyen hususlardan ise, o, fukahânın maksadının dışında kalır ve teşrîde de esas değildir. Oysa ki, hadîsçilere göre, Efendimiz aleyhi ekmel’üt-tehâyâ’ya izâfe ve isnâd edilen her şey hadîstir ve hadîsçinin iştigâl sahası içine girer.

Sünnete gelince, Hazreti ferîd-i kevn ü zaman Efendimiz’e izafe olunan söz, fiil ve takrirlerin umumuna denir ki, usul-ü fıkıh ulemâsına göre hadîsin mürâdifi sayılır.

Biz, burada şimdi, bu çok geniş ve şümullü mevzû üzerindeki söylenmesi gerekli olan hususları, işin mütehassıslarına bırakarak sünnetin tesbitiyle alâkalı bir-iki önemli mes’eleyi kuşbakışı arzetmeyi düşünüyoruz. Sünnet:

Allah Resûlü ve O’nun nurlu ashâbının yaşadığı çağdan günümüze kadar, kitabın yanında korunup-kollanan ve her asırda yüzlerce dev-âsâ insanın, kabullenip hemen her mes’elede müracaat ettiği tertemiz ilâhî bir kaynak ve teşrîde de ikinci esastır.

Kur’ân-ı Kerim, pek çok âyetiyle Hazreti Seyyid’ül-beşer ve O’nun sünnetine uymayı emrettiği gibi, pek çok sıhhatli ehâdîs-i şerîfe de, yine sünnete ittibâın önemi ve onun  teşrîdeki yeri üzerinde durmaktadır. Denebilir ki, hemen her devirde aklının altında kalıp ezilmiş bir-iki nasipsiz istisnâ edilecek olursa, sünnet, din ve dînî hayata esas teşkil etmesi bakımından bugüne kadar hep Kur’ân’la beraber mütâlaa edilmiştir. O, Kur’ân-la o kadar içli-dışlı ve o kadar beraberdir ki, ne onu Kur’ân-’dan, ne de Kur’ân’ı ondan tecrîd  etmek  mümkün değildir.

Sünnet, Kurân’ın mübhem kısımlarını tefsîr, mücmel yerlerini tafsîl, mutlak olan hükümlerini takyîd, âm olan kısımlarını da tahsîs etme gibi Kur’ân’a âit hizmetleriyle âdeta onunla bütünleşmiş gibidir.

Namazlar, rükünleri, şartları, sıhhat ve fesâdı sünnet ve âdâbıyle; hac, ifradı, kıranı, temettü’ü ve bütün teferruatıyla; zekât, nisâbı, nevileri ve edâ keyfiyetiyle, Kur’ân’da mücmel olarak zikredilip de, sünnetle ayrıntılı bilgi verilen mes’elelerin sadece bir kaçıdır. Kur’ân-ı Kerim’de miras âyetlerinin âm olarak zikredilmesine rağmen, peygamberlerin mallarının miras olmayacağı, birbirine mirası olanlar arasında katlin mirasdan mahrumiyete sebebiyet vereceği sünnetle tahsîs edilen ahkâmdandır. Bundan başka, Kur’ân-ı Kerîm’de mutlak olarak zikredilen pek çok hükümler vardır ki, onlar da yine sünnetle takyîd edilmiştir. Bu arada, Kur’ân-ı Kerim’in birtek kelime ile dahi temas etmediği ve müstakilen sünnetle ele alınan mes’eleler de az değildir. Ehlî eşeklerin ve yırtıcı hayvanların etlerinin haram edilmesini, hala ve teyze üzerine yeğenlerin izdivâcının yasaklanmasını bu cümleden sayabiliriz.

  Başa dön

Sünnet nedir

Sünnet, lugat manâsı itibariyle, “gidişat, iyi ya da kötü- takip edilen yol” demektir. Bu manâyı ifade eden bir hadîs-i şerifte: “Kim, İslâm’da güzel bir yol, bir çığır açarsa, onun ecri ve daha sonra o yolda gidenlerin ecri, yapanlardan eksiltilmemek üzere onundur. Kim de İslâm’da kötü bir yol, bir çığır açarsa, onun ve o yolda gidenlerin vebâli, yapanlardan eksiltilmemek üzere onun sırtına yüklenecektir” buyurulmaktadır.

Muhaddîsler, usûlcüler ve fukahâ ıstılâhı manâsı itibariyle sünneti, aşağıdaki ifadelerle tarif etmeye çalışmışlardır:

Muhaddîslere göre sünnet: “Ahkâma ve amele esas teşkil etsin etmesin, yaptıkları ve ictinâb ettikleriyle Allah Rasûlü’nden (sav) -Hanefîler’in nokta-i nazarınca farz, vâcib, sünnet, müstehab ve âdâp- bize intikâl eden her şeydir.” Yani, Allah Rasûlü’nün (sav) şemâilidir, hayat tarzıdır, sîretidir.

Usûlcülerin sünnet anlayışı biraz daha farklıdır. Onlara göre sünnet: “Rasûlullah’dan (sav) söz, fiil ve takrir olarak sâdır olan her şeydir.” Yani, Rasûlullah Efendimiz’in (sav) sözleri, davranışları ve ashâbında görüp de menetmediği, veya sükûtla tasvip buyurduğu hareketlerdir.

Fukahâ ise, sünnete bid’at mukabilinde ve teşrie, yani farza, vacibe, harama esas teşkil etmesi açısından bakarlar. Bu mânâda sünnet, hadîsin mürâdifi, ya da müterâdifi sayılır.

Hadîs; tahdis masdarlarından haber vermek manâsına bir isimdir. Daha sonraları, Efendimiz’e (sav) nisbet edilen her söz, fiil ve takrire hadîs denmiştir. İbn Hacer: “Şeriat örfünde hadîsden maksat, Efendimiz (sav)’e isnat edilen her şeydir” der.

Bazı fuhûl-u ulemâ, hadîs sözünden, kadim, özlü ve ilahî olanı sezmişlerdir ki, Kur’ân-ı Kerim’le sünnetin ilk ayrılma noktalarına işaret etmesi bakımından oldukça önemli bir tevcihtir. Sünen-i İbn Mace’deki bir hadîs de bunu te’yid eder mahiyettedir. İbn Mes’ud, Efendimiz (sav)’in bir keresinde şöyle buyurduklarını nakleder: “Onlar başka değil ikidir: Biri kelâm, diğeri de hidayet buudlu yoldur. Kelâmın güzeli Allah (cc) kelâmı, hidayetin güzeli de Muhammed’in (sav) hidayetidir.”

Evet Efendimiz (sav), kendi sözleri hakkında hadîs demeyi tercih etmiştir. Böyle demekle, kendine ait sözlerle, kendine ait olmayan sözleri birbirinden ayırdığı gibi, hadîs ıstılahı olarak ta, bu kelimenin nerede kullanılacağı hususunu hatırlatmada bulunmuştur.

  Başa dön

Sünnet, Allah Rasûlü’nün (sav) mübarek sözleridir; yani sünnetin bir bölümünü O’nun nurlu sözleri teşkil eder ki, bunlar, Kur’ân’da yer almayan, fakat bütün fukahâca fıkıh kitablarına alınıp, pek çok hükme esas kabul edilen O’na ait nurefşan beyanlardır ki, misal olarak şunları zikredebiliriz:

a. Efendimiz (sav): “Varise vasiyet yoktur”buyururlar. Yani, miras bırakan kimse, kendisine vâris olacak biri için mirasından vasiyette bulunamaz; şu vakfa veya bu hayır müessesesine vasiyette bulunabilir ama ayrıca kendi mirasçısına mirasından vasiyette bulunup da, “mirasımın şu kadarı ona verilsin” diyemez.

b. Yine, usûl-i fıkıhta, fıkhın prensipleri arasında yer alan bir başka mübarek sözlerinde Efendimiz (sav): “Zarar verme ve zarara zararla mukabele etme yoktur”buyurmuşlardır. Yani, kimseye zarar verilemeyeceği gibi, birine zarar veren kişiye de zararla mukabele edilemez.

c. Allah Rasûlü’nün bir diğer mübarek sözlerinde ise şöyle buyurulmaktadır: “Yağmurların ve akarsuların suladığı arazide öşür (onda bir), hayvanlar ile sulanan arazide öşrün yarısı (yirmide bir) zekât vardır.”

d. “Deniz suyuyla abdest alabilir miyim?” diye soran bir sahâbisine Allah Rasûlü, dünya kadar fetvalara esas teşkîl edecek şu mübarek sözüyle karşılık verir: “Onun suyu temiz, ölüsü de helâldir.”

Rasûl-ü Ekrem (sav)’in davranışları ve hareketleriyle ortaya koyduğu sünnetdir ki, Kur’ân’da sarihen zikredilmemiştir. Mesela; Kur’an-ı Kerim’de namaz emredilmiş olduğu ve bazı yerlerinde “rükû edin, secde edin” gibi emirler bulunduğu; hattâ umumi bazı vakitler zikredildiği halde, kesin olarak hangi vakitlerde ve kaç defa namaz kılınacağı.. namazın nasıl eda edileceği.. onun farzları, vacibleri.. ve nelerin namazı bozduğu açıklanmamıştır. Bütün bu hususlarda, sünneti nazara veren Efendimiz (sav): “Beni, nasıl namaz kılıyor görüyorsanız, siz de öyle kılın” buyurarak, sünnetin husûsî teşrî’ine işaret etmişlerdir. Yine, menâsik-i hacc mevzuundaki; pek çok âlimler bile bu hususta yanılırlar. Ve yanılmışlardır da. Hattâ, hac menasikine dair risaleler yazan âlimler dahi onu delilsiz, rehbersiz yerine getirememişlerdir. Hatta Hz. İmamu’l-Hümam’ın bile bu hususla alâkalı bir menkîbesini naklederler.. İşte, oldukça karışık haccın menâsiki de, tıpkı namaz gibi, yine Efendimiz’in uygulamalarıyla belirlenmiştir.

Rasûlullah (sav), ashâbında gördüğü bazı hoşuna gitmeyen davranışları usûlünce tenkid buyururlardı. Meselâ minbere çıkar ve isim tasrih etmeden, perdeyi yırtmadan: “Cemaate ne oluyor ki, falan şöyle yapıyor?!” diye ikaz ve tembihde bulunurlardı. Şahsına karşı yapılan kötü muamelelerde son derece müsamahakâr olmasına rağmen, hakkın çiğnendiği yerde: -Âişe Validemiz’in ifadeleriyle-“Kükremiş arslan gibi, ihkak-ı hak edinceye kadar kendisini durdurmak mümkün olmazdı.” Bu arada, Efendimiz (sav), bazen de gördüğü davranışları menetmez ve sükûtuyla onları tasvib buyururlardı ki, bu da sünnetin takrirî kısmını teşkil etmektedir.

a. Meselâ; bir defasında iki sahâbi sahrada su bulamadılar ve teyemmümle namaz kıldılar. Bunlardan biri, daha sonra aynı namaz vakti içinde su buldu ve abdest alıp, yeniden namaz kıldı.. diğeri namazını iade etmedi. Sonra ikisi de gelip, durumu Rasûlullah (sav)’a anlattılar. Allah Rasûlü: “Suyu bulduğum halde, ben namazı iade etmedim” diyene: “Tam sünnete göre hareket ettin”; “suyu bulunca, abdest alıp, namazı iade ettim” diyene de: Sana da iki mükafat var” buyurdular. İşte bu, takrirî sünnete girmektedir.

b. Yine, Allah Rasûlü (sav) Benû Kureyza’yı te’dibe giderken: “Acele edin, namazı orada kılacağız” buyurdular. “Acele” sözünden bazı sahabî: “Allah Rasûlü (sav), acele edip Kureyzaoğulları yurduna varmamızı ve namazı orada kılmamızı istiyor” manâsını çıkarıp, hemen yola çıktılar ve namazı orada kıldılar. Diğer bir kısım sahabî ise, “Hayır, Allah Rasûlü (sav), acele etmemizi istiyor; yoksa namazı burada da kılabiliriz” manâsını çıkararak, namazlarını kılıp da gittiler. Mes’ele Allah Rasûlü’ne (sav) götürüldüğünde, her iki grubun yaptığını da tasvib buyurdular. İşte, bu ve benzeri hâdiseler de takrirî sünnete misâl olarak zikredilirler.

  Başa dön
 

Sünnetin tespitinin zaruri oluşu

Sünnet, Allah Rasûlü’nün hayatıdır; İslâm’ın yaşanma şekli, Allah’ın ve Rasûlü’nün ahlâkıyla ahlâklanma modelidir. Allah (cc), habîbi ve rasûlü Hz. Muhammed Mustafâ’ya (sav): “Sözü sen söyle, sikkeyi sen bas, turrayı sen kes, mührü sen vur ve insanların önünde sen dur” demiş ve O’nu, yolların ayrımında, bütün insanlara doğruyu göstermekle tavzif buyurmuştur. O da, bunu sözleri, fiilleri ve takrirlerinden müteşekkil sünnet-i seniyyesiyle yapmıştır ve yapmaktadır.

Sünnet, Rasûlullah’a açılan bir penceredir.. ve o her asırda her şahsa uzanan ve üzerinde yürünmekle İslâm’ın yümn ve bereketine ulaşılan kutlu ve mübarek bir yoldur. Nerede samimî bir kalb “Hz. Muhammed (sav)” derse, tıpkı bir televizyon ekranı gibi onun mir’at-ı ruhuna Hz. Muhammed Mustafa (sav) tecelli eder ve “nedir istediğin, söyle?” der. Evet O, hadîsinin, sünnetinin takrir edildiği, halkalar teşkiliyle müzakere olunduğu her yerde ruhen hazırdır.

  Başa dön

Kur'an-ın sünnete teşviki

“(Farz, vâcib, sünnet, müstehab, âdâb adına) Rasûl size ne getirmişse onu alın ve sizi neden menediyorsa, ondan da kaçının”(Haşr,59/7) buyuruyordu.

Âyette geçen ve meçhul şey ifade eden ism-i mevsûlüyle ister vahy-i metlûv adına Kur’ân olsun, isterse vahy-i gayr-i metlûv adına kudsî hadîs ve hadîs olsun, Rasûl’ün getirip tebliğ ettiği her şeyi,  edatıyla da, bunlara behemehal ittiba ve itaatin vacib olduğunu ortaya koyuyordu. Aynı şekilde, ister Kur’an yoluyla, isterse içtihadları, yorumları ve tefsirleriyle Allah Rasûlü’nün nehyettiği her şeyden de kaçınılması gerektiği sarâhatini veriyordu ki, âyetin devamında: “Allah’tan korkun!” diyerek, bunun bir takvâ mes’elesi olduğunu ve kılı kırk yaran bir hassasiyetle görülüp gözetilmesi gerektiğini hatırlatıyordu. Sahâbe bunu çok iyi anlıyor ve Rasûlullah’ın her sözüne, her fiil ve takrîrine uymakla takvânın kazanılabileceğini, yani Allah’ın vikayesine girilebileceğini düşünüyor ve hayatını hep O’nun vesayetinde sürdürüyordu. Zaten, âyetin sonu ki: “Şüphesiz, Allah’ın ikâbı çok şiddetlidir” tehdidini de gündeme getirdiğinden, sahâbi gibi kurbet kadrosunun böyle bir riske girmeleri asla söz konusu olamazdı.

Keza: “Şüphesiz, Rasûlullah’ta sizin için, Allah’ı ve ahiret gününü uman ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir misâl vardır” (Ahzâb, 33/21) âyet-i nurefşanı, şu eğri büğrü yollarda, şu binbir badire içinde, şu iç içe handikaplar ağında ve gâileli yürüyüşte ancak Rasûlullah’ın sünnetine temessükle sahil-i selâmete çıkılabileceğini ilân ediyordu ki, O’nu bulan ve uğrunda seve seve can veren sahâbe-i kiram hazerâtı, ancak O’nun gemisine binmekle kurtulunacağını ve ötelerde O’nun gözlerinin içine bakılıp, O’nun işaretlerine göre hüküm verileceğini, kendisine: “Bunlar için sen ne diyorsun yâ Muhammed?” diye sorulduğunda, O’nun, başını yere koyup: “Ümmetî! Ümmetî!” diye onları isteyeceğini ve kendisine Huzûr-u İzzet’ten hitab tecellî edip: “Ya Muhammed, kaldır başını , iste verilecek, şefaat et, kabul olacak” denileceğini çok iyi biliyorlardı ve âdetâ, ellerindeki cennete girme varakalarını O’na vize ettirir gibi, O’nun kapısına yöneliyor.. berzahta, mahşerde, sıratta O’nun tanımadığı kişilerin takılıp yollarda kalacağından derin endişe duyuyorlardı. Bu itibarla, O’nun attığı her adımı, her hareketi, söylediği her sözü yüz işmizazlarına, tebessümlerine ve el işaretlerine varıncaya kadar O’nu takip ediyor, belliyor, yaşıyor ve naklediyorlardı. Zaten, bizzat O’nun fem-i mübarekinden şu müjdeyi de işitmişlerdi ki, başka türlü hareket etmeleri de mümkün değildi.

“Allah, bizden bir söz işitip onu muhafaza edenin ve sonra da bir başkasına tebliğ edenin yüzünü (bazı yüzlerin ağarıp, bazılarının kararacağı günde) ak etsin ve güldürsün.”

Bir başka rivayette ise: “Allah, benim sözümü işitip, belledikten, (ruh ve vicdanının kültürü haline getirip, mahiyetiyle bütünleştirdikten) sonra, onu tebliğ edenin yüzünü ak etsin ve güldürsün!”

  Başa dön