ARŞİV
Öyle Bir Geçer Zaman ki, Dediğim Aynıyla Vaki


YORUM
Dilimin Ucunda Kelimeler, Bir Türlü Söyleyemiyorum


GEZGİN
Çayır Çimen Geze Geze, Oldum Ben Bir Geveze


MERAKLI MELAHAT
Ama Ben Öğrenmezsem, Ben Olamam ki!


BİR ZAMANLAR
Geçmiş Değil Bugün Gibi, Yaşıyorum Hala Seni


SEVERİM
İçimde Bir Ümit Var, Yeniden Seveceksin


BALIK HAFIZASI
Unutulmaz Deme Bana, Unutulur Unutulur


SÖZLÜK
Güneş Solgun
Gündüz Gece,
İçimde Sen Bir Bilmece


GALERİ

Benden Sana Son Kalan, Bir Küçük Resim Şimdi


ATÖLYE
Fabrikada Tütün Sarar, Sanki Kendi İçer Gibi


NEDEN AKIL DEFTERİ?
Seninle Bir Dakika, Umutlandırıyor Beni


 

KİTAP, MÜZİK, VİDEO



 


       

erdemetal ©2003

 

 

ARŞİV #45 ...
Öyle Bir Geçer Zaman ki, Dediğim Aynıyla Vaki ...

 
SENSİZ SAADET NEYMİŞ? TATMADIM, BİLEMEM Kİ ...

18 Mart 2004

"Yıldırım'a olan haklarınızı helal edin. Benim yiğit kardeşimin, şehit kardeşimin yiğit komutanı. Önce selam eder, ellerinizden öperim. Benim yiğit kardeşim Yıldırım şehit düştükten sonra arkadaşları geldi. Yıldırım'ı anlattılar, dünyalar benim oldu. Yıldırım gelmiş gibi sevindim. Yıldırım'ın komutanı olarak, siz de olayın oluş şeklini, Yıldırım'ın şehit oluşunu, naıl mücadele verdiğini, nasıl şehit olduğunu, detaylı bir mektupla anlatırsanız çok memnun olurum. Hatıra olarak kalır. Yiğit komutanım, Yıldırım'ın şehadet haberi gelince dünyalar başıma yıkıldı, dünyalar dar geldi. Yemin ettim, kardeşimin bıraktığı yerden devam edeceğime. Her yere yazılar yazdım, hep olumsuz cevap aldım. Zaten kolum kanadım kırıktı, iyice kırdılar. Kardeşimi rüyamda gördüm. Sarıldım öptüm, yüzlerinden doya doya, "şehit oldun kardeşim" dedim. "Tabii ağabey, şehitlik herkese nasip olmaz, bize oldu" dedi.

Sordum: "Cennette misin?" "Tabii ağabey, cennetteyim" dedi. Allah'ım bizden daha çok seviyormuş ki şehit ederek elimizden aldı. Allah'ıma çok şükürler olsun. Biz de Yıldırım'ı kalbimize gömdük. Tek tesellimiz PKK'lıları her gün yok edişiniz. Yiğit komutanım gelen arkadaşları "Osman paşa da oradaydı" diyorlar. Yıldırım'ı bana anlat, anıları varsa yaz, himayende aslanlar gibi çarpışan Yıldırım'ı bana mektupla anlat. Yıldırım'ın üsteğmeni Seyit komutanıma da söyle, o da anılarını yazsın. O da yaralanmış. O yiğit kardeşime de Allah'tan şifalar dilerim. Sizden tek bir ricam var, anılarını yüzde yüz yazın. Yazmazsanız Yıldırım'ı küstürürsünüz, beni de. Yiğit komutanım. Şehit Yıldırım'ın çarpışarak intikamını alamayan ağabeyi."

Mustafa AKSAL, Kırıkkale
Tuğgeneral Osman PAMUKOĞLU'na yazılan yüzlerce mektuptan sadece biri ...

"Unutulanlar Dışında Yeni Bir Şey Yok" adlı kitaptan ...

 

 
YILLAR GEÇSE DE ÜSTÜNDEN BU KALP SENİ UNUTUR MU?

12 Mart 2004

O zamanın erkek çocuklarının ve Erkek Fatma kızlarının en sevdiği oyun futboldu. Boş arsalarda, bulunamıyorsa sokak aralarında, çimenliklerde, okul bahçelerinde dört iri taş bulunur, bunlarla iki kale direği işaret edilir ve bağrış çağrış futbol oynanırdı. Futbolun güzel tarafı, oyundan önce takım kurmaktı. Hayatın pek çok alanında olduğu gibi, çocukların dünyasında da lider ruhlular vardı ve her zaman örgütleyici olurlardı. Onların takım kaptanı olmaları tartışılmazdı. Ama bazen birden çok lider ruhlu çocuğun bulunduğu gruplar görülür, onların arasında kıyasıya bir liderlik kavgası yaşanırdı.

Takım kurmak için iki lider, arkadaşlarıyla top oynayacak alanda bir araya gelirler ve gayet demokratik bir biçimde kendi takımlarını seçerlerdi. Bunun için iki lider çocuk en iyi futbol oynayanlardan başlayarak arkadaşlarının adlarını söylerlerdi. Ama ilk oyuncuyu seçecek olanın belirlenmesi için "aldım verdim" yapılırdı. İki çocuk birbirinden belli bir mesafe uzaklaşırlar ve sırayla bir ayak atarlardı. Sağ ayakla başlarlar, sonra sol ayağın topuğu, sağ ayağın burnuna değecek şekilde sırayla ayak atılır, bu arada "aldım verdim, ben seni yendim" tekerlemesi söylenir ve sonunda hangi çocuk diğerinin ayağına basarsa, ilk oyuncuyu seçmek hakkı onun olurdu.

İlk sözü söyleyecek olan belirlendikten sonra, iki lider sırayla oyuncularını seçerlerdi. Oyuncuları seçme aşaması her zaman acıklı durumlara da sahne olurdu. Çünkü en sona kalan oyuncu, en kötü oynayan anlamına gelirdi ki, bu tip çocuklardan uyanık olanları atılıp daha baştan, hakem olmak istediklerini belirtirler, böylece en son seçilen en kötü topçu olma sıfatından kurtulmuş olurlardı.

Takımlar kurulduktan sonra maç başlardı. O zamanlar genel olarak top oynamak denilen bu oyunda penaltı, faul, aut atışları hakem olan çocuğun kafasına göre belirlenir ve genellikle bu maçlar, kurallar konusunda fikir birliği sağlanamadığı için kavgayla biter, birkaç hakem değiştirilir, en kötü topçu oldukları için kenarda mahzun gözlerle oyuncuları seyreden çocuklar, beklenmedik bir şekilde hakemlik şansının doğmasına çok sevinirlerdi.

O zamanki futbolun özelliği kuralsızlığı ve malzemesizliğiydi. Forma bir hayal, kolayca parçalanmayan futbol topu ise nimetti. Halı saha diye bir kavram yoktu, ama şehirler boş arsalarla doluydu. Patlayan top yenisi alınamıyorsa, içi gazete kağıtlarıyla doldurularak dikilirdi. Futbol arsalarda ya da sokakta oynanırdı. Oynarken, zaman zaman top oyun alanının dışına kaçardı. Böyle durumlarda daha oyunun başında "Atan alır spor" denir, böylece topu oyun alanının dışına kaçıran takımın alacağı kurala bağlanmış olurdu. Her zaman itiraz edilebilir, kavga çıkabilirdi. Problem en çok golleri sayıp saymama konusunda çıkardı. Karşı tarafa gol atılır, yiyen takımın oyuncuları itiraz ederler, golü saydırmamaya çalışırken, içlerinden biri "gol abi" demiş bulunursa, golü attığını iddia eden takım bu fırsatı asla kaçırmaz, "Adamınız gol diyo" derler, böylece yiyen takım golü kabul etmek zorunda kalır, "evet gol" diye onaylayan arkadaşlarını beraberce döverlerdi.

Futbol yalnız çocukların değil, büyüklerin de tutkusuydu. Çocuklar kendi aralarında "uslu uslu" futbol oynarlarken, oradan geçen bir büyük, bir anda oyuna giriverir, bazen arkadaşları da ona katılırlar, oyun çığrından çıkar, bir anda küçüklerle büyüklerin oynadığı bir maça dönüşürdü. Büyükler küçüklere sert girince tartışma yaşanmaz, derhal penaltı verilirdi. Çünkü ne de olsa sert giren büyük, cüsse avantajını kullanıyordu. Penaltı verilir, büyüklerin girmesiyle oyunları berbat olmuş çocuklar "gidin evinize ya, bırakın da oynayalım" diyemezler, içlerinden biri penaltı atar, ama büyüklerden biri kaleciliğe meraklı olduğu için kaleye geçer ve çoğunlukla penaltı gol olmaz, böylece aslında oyunun sahibi olan çocuklar, büyüklere konu mankenliği yaparlardı.

Futbol süreye dayalı bir oyun olmasına rağmen çocukların dünyasında skora dayalı bir oyundu. Kırkbeşer dakikadan iki devre halinde oynanmaz, ne kadar oynanacağı oyunun başında çocuklar arasında kararlaştırılırdı. O günkü oyun "beşte devre onda biter", "altıda devre on ikide biter" veya "dörtte devre sekizde biter" olabilirdi. Beşte devre, beş gol atıldıktan sonra kalelerin değiştirilmesi, toplam on gol atılınca da oyunun bitmesi anlamına gelirdi.

Çıkar dünyası, o zaman da çıkar dünyasıydı. Çocukların dünyası ise gaddar, ahlaki kurallarla henüz tanışmamış bir dünyaydı. Futbol topuna sahip olan çocuk, takımın doğal lideriydi. Ama ikide bir "verin topumu, ben gidiyorum ..." diye oyunbozanlık ederse, bir süre sonra futbol topuyla baş başa kalır, boş bir arsada kalecisiz direklere şut çeker dururdu.*

* Bugünlerde internette, o dönemin çocuklararası futbolu ve futbol söylemi üzerine kaynağı belirsiz bir metin dolaşıyor. Bu metinden çok yararlandım. O meçhul kişiye teşekkürler.

 

Yazar Ayfer TUNÇ, elini çabuk tutup bizim gelecekte yazmayı hayal ettiğimiz kitabı bizden önce yazmıştı. 2001 yılının Mayıs ayıydı, "Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek" adlı kitabı aldık, okuduk, çok beğendik. Böyle bir kitabın varlığı bizi çok mutlu etti ...

Mutluluğun büyüğünü ise kitabın 24. sayfasındaki "tüm zamanların oyunu: futbol" yazısını okuduğumuzda ve bu yazının büyük bir kısmının 2001 yılının başlarında internetten arkadaşlarımıza yolladığımız "Mahalle Maçları" başlıklı yazıdan ibaret olduğunu anladığımızda yaşadık. Evet, o meçhul kişi bizdik ...