O zamanın erkek
çocuklarının ve Erkek Fatma kızlarının en sevdiği oyun futboldu. Boş arsalarda,
bulunamıyorsa sokak aralarında, çimenliklerde, okul bahçelerinde dört iri taş
bulunur, bunlarla iki kale direği işaret edilir ve bağrış çağrış futbol
oynanırdı. Futbolun güzel tarafı, oyundan önce takım kurmaktı. Hayatın pek çok
alanında olduğu gibi, çocukların dünyasında da lider ruhlular vardı ve her zaman
örgütleyici olurlardı. Onların takım kaptanı olmaları tartışılmazdı. Ama bazen
birden çok lider ruhlu çocuğun bulunduğu gruplar görülür, onların arasında
kıyasıya bir liderlik kavgası yaşanırdı. Takım
kurmak için iki lider, arkadaşlarıyla top oynayacak alanda bir araya gelirler ve gayet
demokratik bir biçimde kendi takımlarını seçerlerdi. Bunun için iki lider çocuk en
iyi futbol oynayanlardan başlayarak arkadaşlarının adlarını söylerlerdi. Ama ilk
oyuncuyu seçecek olanın belirlenmesi için "aldım verdim" yapılırdı. İki
çocuk birbirinden belli bir mesafe uzaklaşırlar ve sırayla bir ayak atarlardı. Sağ
ayakla başlarlar, sonra sol ayağın topuğu, sağ ayağın burnuna değecek şekilde
sırayla ayak atılır, bu arada "aldım verdim, ben seni yendim" tekerlemesi
söylenir ve sonunda hangi çocuk diğerinin ayağına basarsa, ilk oyuncuyu seçmek
hakkı onun olurdu.
İlk sözü söyleyecek olan belirlendikten sonra, iki
lider sırayla oyuncularını seçerlerdi. Oyuncuları seçme aşaması her zaman acıklı
durumlara da sahne olurdu. Çünkü en sona kalan oyuncu, en kötü oynayan anlamına
gelirdi ki, bu tip çocuklardan uyanık olanları atılıp daha baştan, hakem olmak
istediklerini belirtirler, böylece en son seçilen en kötü topçu olma sıfatından
kurtulmuş olurlardı.
Takımlar kurulduktan sonra maç başlardı. O zamanlar
genel olarak top oynamak denilen bu oyunda penaltı, faul, aut atışları hakem olan
çocuğun kafasına göre belirlenir ve genellikle bu maçlar, kurallar konusunda fikir
birliği sağlanamadığı için kavgayla biter, birkaç hakem değiştirilir, en kötü
topçu oldukları için kenarda mahzun gözlerle oyuncuları seyreden çocuklar,
beklenmedik bir şekilde hakemlik şansının doğmasına çok sevinirlerdi.
O zamanki futbolun özelliği kuralsızlığı ve
malzemesizliğiydi. Forma bir hayal, kolayca parçalanmayan futbol topu ise nimetti. Halı
saha diye bir kavram yoktu, ama şehirler boş arsalarla doluydu. Patlayan top yenisi
alınamıyorsa, içi gazete kağıtlarıyla doldurularak dikilirdi. Futbol arsalarda ya da
sokakta oynanırdı. Oynarken, zaman zaman top oyun alanının dışına kaçardı. Böyle
durumlarda daha oyunun başında "Atan alır spor" denir, böylece topu oyun
alanının dışına kaçıran takımın alacağı kurala bağlanmış olurdu. Her zaman
itiraz edilebilir, kavga çıkabilirdi. Problem en çok golleri sayıp saymama konusunda
çıkardı. Karşı tarafa gol atılır, yiyen takımın oyuncuları itiraz ederler, golü
saydırmamaya çalışırken, içlerinden biri "gol abi" demiş bulunursa, golü
attığını iddia eden takım bu fırsatı asla kaçırmaz, "Adamınız gol
diyo" derler, böylece yiyen takım golü kabul etmek zorunda kalır, "evet
gol" diye onaylayan arkadaşlarını beraberce döverlerdi.
Futbol yalnız çocukların değil, büyüklerin de
tutkusuydu. Çocuklar kendi aralarında "uslu uslu" futbol oynarlarken, oradan
geçen bir büyük, bir anda oyuna giriverir, bazen arkadaşları da ona katılırlar,
oyun çığrından çıkar, bir anda küçüklerle büyüklerin oynadığı bir maça
dönüşürdü. Büyükler küçüklere sert girince tartışma yaşanmaz, derhal penaltı
verilirdi. Çünkü ne de olsa sert giren büyük, cüsse avantajını kullanıyordu.
Penaltı verilir, büyüklerin girmesiyle oyunları berbat olmuş çocuklar "gidin
evinize ya, bırakın da oynayalım" diyemezler, içlerinden biri penaltı atar, ama
büyüklerden biri kaleciliğe meraklı olduğu için kaleye geçer ve çoğunlukla
penaltı gol olmaz, böylece aslında oyunun sahibi olan çocuklar, büyüklere konu
mankenliği yaparlardı.
Futbol süreye dayalı bir oyun olmasına rağmen
çocukların dünyasında skora dayalı bir oyundu. Kırkbeşer dakikadan iki devre
halinde oynanmaz, ne kadar oynanacağı oyunun başında çocuklar arasında
kararlaştırılırdı. O günkü oyun "beşte devre onda biter", "altıda
devre on ikide biter" veya "dörtte devre sekizde biter" olabilirdi. Beşte
devre, beş gol atıldıktan sonra kalelerin değiştirilmesi, toplam on gol atılınca da
oyunun bitmesi anlamına gelirdi.
Çıkar dünyası, o zaman da çıkar dünyasıydı.
Çocukların dünyası ise gaddar, ahlaki kurallarla henüz tanışmamış bir dünyaydı.
Futbol topuna sahip olan çocuk, takımın doğal lideriydi. Ama ikide bir "verin
topumu, ben gidiyorum ..." diye oyunbozanlık ederse, bir süre sonra futbol topuyla
baş başa kalır, boş bir arsada kalecisiz direklere şut çeker dururdu.*
* Bugünlerde internette, o dönemin çocuklararası
futbolu ve futbol söylemi üzerine kaynağı belirsiz bir metin dolaşıyor. Bu metinden
çok yararlandım. O meçhul kişiye teşekkürler.
Yazar Ayfer TUNÇ, elini çabuk tutup bizim gelecekte
yazmayı hayal ettiğimiz kitabı bizden önce yazmıştı. 2001 yılının Mayıs
ayıydı, "Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek" adlı kitabı aldık,
okuduk, çok beğendik. Böyle bir kitabın varlığı bizi çok mutlu etti ...
Mutluluğun büyüğünü ise kitabın 24. sayfasındaki
"tüm zamanların oyunu: futbol" yazısını okuduğumuzda ve bu yazının
büyük bir kısmının 2001 yılının başlarında internetten arkadaşlarımıza
yolladığımız "Mahalle Maçları" başlıklı yazıdan ibaret olduğunu
anladığımızda yaşadık. Evet, o meçhul kişi bizdik ... |