BİR ZAMANLAR ... Geçmiş Değil Bugün Gibi, Yaşıyorum Hala Seni ...
DEVE
CÜCE ...
Öğretmenin bir işi olup sınıfı, sınıf başkanına bıraktığında ya da beden
eğitimi derslerinde hava kötü olduğunda o yaşta her biri birer canavar olan
öğrencileri oyalamak için akla ilk gelen oyunlardan biriydi deve cüce. Okul müdürü
öğretmeni odasına çağırır, öğretmen sınıf başkanına 10 dakikaya kadar
geleceğini söyler ve "ben gelene kadar deve cüce oynayın" derdi.
Çok basit kuralları olmasına karşın oyun oldukça eğlenceliydi. Kimbilir belki de
basit olması eğlenceli hale getiriyordu bu oyunu. Bir kere hem kızlar hem erkekler
rahatlıkla oynayabilirdi, herkese hitap eden bir oyundu. Ayrıca itiraza ve
mızıkçılığa çok müsait olduğundan sıklıkla tartışma çıkardı ve bu
tartışmalar oyunun tuzu biberi olurdu.
Öğretmen sınıfı terkettiğinde başkan ortaya geçer ve başlardı deve cüce demeye.
Amaç deve dendiğinde ayağa kalkmak, cüce dendiğinde oturmaktı. Yanılan, yani
başkan deve dediğinde olayı kavrayamayıp hala oturan, ya da cüce dediğinde aval aval
ayakta bekleyen yanardı, yani elenirdi. Elenenler teker teker tahtaya dizilir, en son
kalan kişi oyunu kazanırdı.
Refleks gerektiren bir oyundu. Deve cüce diyen kişiye tüm dikkatini vermek ve konsantre
olmak çok önemliydi. Tabii biraz da altıncı his gerekirdi. Başkanın ne diyeceğini
önceden kestirmek büyük bir avantajdı.
Kızlar daha kırılgan olduklarından erkeklerden daha önce elenirler ve alay konusu
olurlardı. Ancak erkeklere kök söktüren cin kızlar da bulunurdu sınıflarda.
Olabilecek en kötü şey bu oyunu bir kızın kazanmasıydı. Erkekler için bu büyük
bir felaketti.
Başkan için oyunun en büyük raconlarından biri uzun süre deve cüceyi aynı sırayla
söyleyip sınıfı bu tempoya alıştırarak belli bir süre sonra arka arkaya iki kez
deve ya da cüce demekti. Sınıftakilerin büyük bir çoğunluğu bu tuzağa düşer ve
kahkaha sesleri yükselirdi sınıftan. Daha önceden elenip tahtada bekleyenler yeni
elenenleri alay ederek karşılarlardı.
Oyun, müdürün odasında işi bitip geri dönen öğretmenin sınıfa girmesiyle son
bulurdu. "Herkes yerine" derdi öğretmen ve bütün öğrenciler sıralarına
geçip dersi dinlemeye koyulurlardı. Oturup kalkmaktan kan ter içinde kalmış çocuklar
çok üzülürlerdi bu duruma. Bir rüya daha sona ermişti onlar için ...
BORU
...
"Abi, boru var mı? Elektrik borusu?" ... 9-10 yaşlarındaki çocuklardan bu
soruyu duyan elektrikçiler anlarlardı hemen çocukların niyetlerini. Evlerin elektrik
tesisatlarında kullanılan gri renkli plastik borulardan 50-60 cm uzunluğunda bir parça
keser ve verirlerdi onlara, uzatılan parayı da "istemez" diyerek geri
çevirirlerdi hemen ...
Elektrik tesisat borularından savaş aracı yapmak o yılların çocuklarının dahiyane
fikirlerinden biriydi. Mahalle aralarında yapılan savaşların yegane silahı olan bu
boruların mermileri, kağıt parçalarından yapılan külahlardı. Boş defter
sayfalarından özenle kesilen kağıt parçaları, usta bir hareketle kıvrılarak külah
haline getirilir ve borunun içine yerleştirilirdi. Külah yapımı çok önemliydi ve
maharet gerektirirdi. Bu işe yeni başlayan küçükler külahı genelde dolma gibi yapar
ve borunun içine sığdıramazlardı. Bazıları ise kalınlığı iyi ayarlar ama
kıvırdıktan sonra ucunu güzelce yapıştırmadığı için külah borunun içinde
açılır, şişer ve sıkışır kalırdı.
Külah yapımından sonraki aşama külahı borunun içine yerleştirmek ve borunun
dışında kalan kısmı yırtmaktı. Fazlalık alındıktan sonra boru ağza
götürülür, dil borunun ağzına yapıştırılır ve güçlü bir nefes alındıktan
sonra dilin çekilmesiyle beraber kuvvetle üflenirdi. Külahı uzun mesafelere atabilmek
için bu teknik çok önemliydi. Acemiler dilleriyle borunun ağzını kapatmadan direkt
üflediklerinden uzun bir menzile ulaşamazlardı.
Mahalle savaşlarının kalaşnikofu olan bu silaha değişik aksesuarlar da eklerdi cin
fikirli çocuklar. Alt alta iki, hatta üç boru konarak bantla yapıştırılır ve daha
büyük ve etkili bir silah elde edilebilirdi. Bunun yanı sıra en üst kısma eklenen
daha kısa bir boru parçasıyla silahın dürbünü, borunun altına yapıştırılan
kibrit kutusuyla da kabzası oluşturulabilirdi. Neyse ki bu silahın sadece adı
silahtı. Şimdiki silahların aksine kimseyi incitmez, insanları sakat bırakmaz,
öldürmezdi ...
YERLİ
MALI ...
"Yerli malı, yurdun malı! Her Türk onu kullanmalı!" ...
Aralık ayı geldiğinde böyle çınlardı sınıflar. Yerli Malı Haftası'nı iple
çekerdi çocuklar. Evlerden getirilen her türlü yiyecek, kahverengi sıraların
üzerine serilir ve bir güzel mideye indirilirdi. En sık rastlanan ve her sırada
mutlaka bulunan yiyecekler, kış aylarının klasik meyveleri olan portakal ve mandalina
olurdu. Eğer bir sırada muz varsa anlaşılmalıydı ki o öğrencilerin ailelerinin
durumu vasatın üzerindeydi ...
O yaştaki çocukların çok azı bu olayın gerçek manasını anlayabilirdi. Masal gibi
bir şeydi bu olay onlar için. Senede bir gün de olsa arkadaşları ve öğretmenleriyle
beraber yemek yiyip, eğlenmek haklarıydı tabii ki. Adı Çocuk Bayramı olan, ancak
bütün çocukların saatlerce ayakta bekletildikleri 23 Nisan'da böyle
eğlenemiyorlardı çünkü ...
Yerli Malı Haftası, önemli gün ve haftalar arasında en önemlisiydi belki de. Her
önemli gün ve hafta gibi o da iyi niyetle düşünülüp düzenlenmeye karar
verilmişti. Tutumluluğu, savurgan olmamayı öğretmeye çalışan; ülkede üretilen
malları kullanmayı teşvik eden bir olaydı. Ama o da diğer önemli gün ve haftalar
gibi zamanla rutinleşti ve amacının dışına çıktı ...
Artık okullarda Aralık ayının 2. haftası, Yerli Malı Haftası değil. O artık bir
nostalji ...
GAZOZ
KAPAĞI ... Atılan taş hedefi vurduğunda "baş altı!" diye bağırarak
koşardı çocuklar caddenin tamamını kaplayacak şekilde dizdikleri gazoz kapaklarına
doğru ...
Gazoz kapağı o yılların en popüler oyunlarından biriydi. Popülerdi, çünkü
oynamak için sadece sokaktan ya da mahallenin bakkalından bulabildiğiniz kadar gazoz
kapağı; yerde iyi kayacak, yuvarlanmadan gidecek yassı bir taş ve boş bir cadde
gerekiyordu. Bunları sağlamak çok zor olmadığından çocuklar sabahın erken
saatlerinde başladıkları bu oyunu gece hava kararıp, anneleri onları eve
çağırıncaya kadar sürdürürlerdi. Hatta bazı haylaz çocuklar evlerine gitmez, baba
sinirli bir biçimde dışarıya çıkıp çocuğu kulağından tuttuğu gibi sokardı eve
...
Gazoz kapakları türlü türlüydü. En zor bulunanı en değerli olanıydı tabii ki.
Efes Pilsen, Coca Cola, Pepsi gibi kapaklar değersizdi mesela, her yerde vardı çünkü
onlardan. Ama bir Aroma, Gençler, Çamlıca öyle miydi? O metal parçası için uyku
uyumayan çocuklar vardı o yıllarda; kendisine, elinde 2 tane Aroma gazoz kapağı
bulunduğu halde birini vermeyen arkadaşına küsen çocuklar vardı ...
Nedendir bilinmez, ilkokulu bitirip ortaokula geçen çocukların ilgisi azalırdı bu
oyuna karşı. Binbir uğraşlarla bulup biriktirdikleri, oynadıkları oyunlardan
kazandıkları kapakların değeri azalırdı birden gözlerinde. Ama o kapaklar tabii ki
sahipsiz kalmazdı. Mahallenin küçükleri isterdi hemen onları abilerinden. "Murat
abi, bana vericeksin di mi abi onları? Bak söz vermiştin, hatırladın mı? Atma abi
onları, bana ver" şeklindeki ısrarlara dayanmak hiç kolay değildi ...
Aylarca o caddede çok iyi oyunlar çıkarmış abi, kapakları ufaklıklara dağıtarak
adeta jübilesini yapar; aktif gazoz kapağı oyunculuğuna veda ederdi. Güzel günlerdi
onlar ...