Spin [dergisi] 'den , Haziran, 1997: AIDS araştırmalarının şüpheci bir emeklisi, hükümet-kaynaklı, endüstri-yönlendirmeli ve medya-kampanyalı "Büyük Bilim"in dayattığı "uyumluluk kültürü"nden dert yanıyor


 Gözleri "Bilimle" Bağlanmış

 David Rasnick

İnsanlar "AIDS araştırmalarını"  modern bilim ve teknolojinin en tepe noktası sayarlar. AIDS üzerinde çalışan 100,000'den fazla doktor ve bilimci vardır - Amerika'nın yıllık AIDS hastası sayısından daha fazla. ABD'de 80,000 AIDS derneği vardır, yani her yeni AIDS hastası için bir tane. AIDS üzerinde 16 yıl çalışan biri olarak şu kanıya vardım, AIDS'in bilimle, hatta tıpla pek az ilgisi vardır. AIDS, bilim kurallarını yıkıp aşan bir tür "tıp McCarthizmi" yaratmış, saf halka bir sahte-bilim inancı dayatılması ile oluşturulmuş, harcı korku olan bir toplumsal olgudur.

Okuduğum yerde, diğer pek çok bilimci gibi bana da, bilimin kendi kendini düzeltici bir eylem olduğu öğretilmişti. Buna göre, bütün varsayımlar, ne kadar değerli olurlarsa olsunlar, doğru olanı koruyup yanlış olanı yok ettiği düşünülen  bilimsel sürecin değirmen taşlarının arasına konurdu. 

 Olaylar bu şekilde, ancak bilim özgür olduğu zaman- akar. Yani,  Soğuk Savaş ve Manhattan Projesi (atom bombasının yapımı projesi) ile davet edilen   "hükümet-bilim" evliliğinden önceki devirlerde. Manhattan Projesi'nde bir danışman ve araştırmacı olan nükleer fizikçi Raph E. Lapp, bu değişimden önce bilimin nasıl olduğunu şöyle hatırlıyor: 
 

Bu günlerde hiç kimse gidip federal hükümetten kaynak dilenmezdi. Kendi araştırması için ne gerekiyorsa özel kaynaklardan, ve danışman olarak elde ettiği  yan gelirlerden karşılardı. Ama genellikle her-işten-anlayan-biri gibi davranır ve kendi deneyini kendisi inşa ederdi. Öğrencilerden cam üflemesini öğrenmeleri istenir, makine dükkanlarında alışveriş yapmaları beklenirdi. Eğer gerekiyorsa Geiger sayaçlarını kendisi yapar, ve elektrik devrelerini kendisi bağlardı.  
İkinci Dünya Savaşı'ndan önce, kamu ve özel, bilimsel araştırma bütçelerinin toplamı yılda 250 Milyon dolara varıyordu. 1993 yılına gelindiğinde ise, yalnız federal bütçeden ayrılan kaynağın toplamı 76 Milyar dolardır. Peki bu bize ne kazandırdı? Vergi mükelleflerinin bugüne kadar AIDS araştırmaları için ödediği  45 Milyar doların karşılığında HIV araştırmacıları hala, onları icat edenlerin bile yanlış olduklarını açıkladıkları istatistik  yöntemlerini kullanıyor, ve kontrolsuz deneyler yapıyorlar. Nedenleri etki yerine, korelasyonları neden yerine, ve sabitleri değişken yerine koyuyorlar. Ve en önemlisi AIDS'i durdurabilmiş değiller. Yaptıkları şey, başarılı bir şekilde insan cinsel ilişkisine korkuyu sokmak. AIDS profesyonelleri ve gazeteciler bu korkunun değerli olduğunu düşünüyorlar. Binyılın sonunda, seksin sonunda ölüm olan bir şey olarak algılanmasını sağlayacak otokratik bir rejimin varlığını George Orwell bile, eminim hayal edemezdi! Hükümetin ise bu parayla satın aldığı şey bir "uyum" kültürüdür, bu şekilde yalnız HIV araştırmaları desteklenmiş, ve bütün araştırmacılar AIDS'e HIV'in neden olduğuna inanıyormuş gibi bir izlenim yaratılmıştır.  

  Bu makalenin okuyucularına pek çok defa söylenenleri bir gözden geçirelim. 1984 yılında Ulusal Kanser Enstitüsü viroloğu Robert Gallo, yanında Sağlık ve İnsan Hizmetleri Sekreteri Margaret Heckler ile bir basın toplanısı yaptı. Gallo, "AIDS'in olası sebebini" o sırada HTLV-III adını verdiği bir retrovirüste bulduğunu açıkladı (bu virüs bir sene önce Fransa'daki Pasteur Enstitüsü'nde izole edilmişti).

  Bu açıklama ile Gallo, herkesin önünde bilimsel sürecin basamakları olan - diğer bilimcilerin gözden geçirmesi, analiz gibi bilimin denge ve kontrol mekanizmalarını-  bir "çekirge sıçraması" ile aşıyordu. İddiasını kanıtlamak için herhangi bir girişimde bulunmadı, - gerçekte hastalarının yalnızca %50'sinde herhangi bir HIV izi vardı - ve bu iddiaları olduğu gibi küresel medyaya sundu, onlar da bunları duraksamadan yayınladılar. Bundan sonra "AIDS'in viral nedeni"ni geri dönülemez bir iddia yapan,  onu üretmemişse bile en azından ona destek veren federal hükümet olacaktı. Artık yeni bir tür, aceleci  ve bilimsel olmayan  "bilim" yaratılmıştı, ve diğerleri de bunu takip etmede sıralarını aldılar. 

O zamandan beri medya, dünyadaki bütün doktorlar ve araştırmacılar AIDS'in HIV hipotezini destekliyormuş gibi bir izlenim  yarattı, tek karşıt ses Peter Duesberg'inki idi, ve o da zaten şu anda bütün kaynakları kendisinden alınmış, ve adeta Amerikan Bilimi'nden sürgün edilmiş bir durumda. Gerçekte ise pek çok karşıt ses vardı, ve bütün bu süre boyunca seslerini duyurmaya ve anlaşılmaya çalışıyorlardı. "HIV Varsayımının Bilimsel Olarak Yeniden Değerlendirilmesi" adındaki grup, 1991 yılında, önceki Harvard profesörü Charles Thomas tarafından kuruldu. Bugün 500'den fazla bilimci, sağlık çalışanı ve diğer profesyonel bu gruba katılmış durumda.

     Bu grubun ayırt edici özelliği nedir? Çoğunlukla, üyeleri, yaşamları için Ulusal Sağlık Enstitüsü'nün ödeneklerine dayanmazı. İçlerinden Nobel ödülü adayı olanlar "bürokratik yıldırmalar"dan bağışıklardır. Grubun Duesberg'i destekleyen akademik üyelerinin çoğu, kariyerleri sona erdirilemez olan "onursal profesörler"dir. Diğer taraftan, Duesberg konumunda birinin kurulu düzen tarafından acımasız bir şekilde cezalandırılıp aforoz edildiğini gören daha genç akademisyenler mesajı açık bir şekilde almışlardır: "Ağzınızı  sıkı tutun  ve HIV adındaki altın buzağının önünde eğilin" .
  
     Ulusal Bilimler Akademisi Üyesi ve efsanevi Yale matematikçisi Serge Lang, HIV skandalı ile ilgili editörlere o kadar çok yazı gönderdi ki, sonunda bunların yayınlanmadığını görünce zarfların içine para çekleri yerleştirmeye başladı - yani konuşmak için bir yer satın almanın karşılığı gibi. (bazı editörler bu taktik ile öyle utandılar ki, Lang'ın mektuplarını yayınladılar ve çeklerini de geri gönderdiler) 

   Daha bunun gibi sayısız sansür, yıldırma, ve finansal- mesleki manipülasyon hikayesi var. Ancak uygunsuz veri yığını hala olduğu yerde yok edilemez ve çözülemez olarak duruyor. 

  Bir kaç örnek: 13 yıl boyunca bize AIDS'in bulaşıcı olduğu ve heteroseksüel nüfus arasında hızla yayıldığı söylendi. Eğer öyleyse, Hastalık Kontrol Merkezi'nin, HIV'in ABD'deki yaygınlığı tahminleri,  HIV testi başladığından bu yana neden hiç artmadı? Aslında tahminler düştü bile. 

    1985 yılından beri, ABD hükümeti ve çeşitli sivil kuruluşlar yılda 20 milyondan fazla HIV testi yaptılar. Hastalık Kontrol Merlezi'nin (HKM) tahminlerini dayandırdığı veriler buradan gelir. Ancak yanlış-pozitif sonuçlardaki azalmalara bağlı olarak, HKM'nin şu anki HIV enfeksiyonlu  Amerikalı  tahmini, 750.000. Seksenlerin ortalarındaki bir milyon veya daha fazlası tahmininden daha düşük bir rakam. 

     Pek çok anormallikten bir diğeri: Genel nüfusta HIV'in yaygınlığı erkek ve kadınlar arasında eşit olarak bölünmüş. Ancak AIDS hastaları arasında, AIDS tarihinde her zaman olduğu gibi erkek hasta oranı %90. 

    Hemofililerin AIDS'ten özellikle çok etkilendikleri söylendi bize. ABD'deki 20.000 hemofili hastasının %75'i HIV pozitif test veriyor. Çelişki şurada ki, hemofililerin ortalama yaşam süresi, HIV positif olanlar da dahil olmak üzere,  AIDS'in ilk on yılında, iki kat arttı. Gerçekte positifler negatiflerden daha çok yaşamaya başladı! Ancak 1987'de HIV pozitif hemofililerin ölüm oranları çok hızlı bir şekilde yükselmeye başladı. Bu aynı zamanda AZT denilen, bugün  zararlı olduğu herkesçe kabul edilen ilacın, HIV pozitif hemofili hastalarına yaygın bir şekilde verilmeye başlandığı yıldı. 
 
    1980 yılında, AIDS ilk ortaya çıktığında, küçük bir biyotek firması kurmak üzere San Fransisko Körfez Bölgesi'ne henüz taşınmıştım. Çok geçmeden homoseksüel erkeklerin bağışıklık sistemini etkileyen garip bir hastalık hakkında dedikodular yayılmaya başlamıştı. Bu yeni "afet"i , yüzyılın en tahrik edici bilimsel bilmecelerinden biri olarak düşünmeye başladım. Ama bir immunolog ya da doktor değil, organik kimyacı olduğum için, hastalığın sırlarının çözümünde pek az katkımın olabileceğini hissettim. 

  1984 yılında Gallo, ünlü toplantısı ile AIDS'in sebebinin HIV olduğunu açıklayınca, hastalığın nedenleri hakkındaki bütün spekülasyonlar ani bir şekilde durdu.  Başlangıçta coşkuluydum. Bu retrovirüs bizim ihtiyacımız olan bütün açıklığı sağlıyordu. Bir organik kimyager olarak bütün sanatımı konuşturabileceğim bir nesne vardı artık elimde. HIV'in ürettiği proteazlar için inhibitörler yapma olasılığını araştırdım. Ama bir arkadaşın Abbott laboratuarlarında yıllardır sadece bu proteaz inhibitörleri üzerinde çalıştığını hatırlayınca yarıştan çekildim. 

  Öyle yapmakla iyi etmiştim, çünkü çok geçmeden AIDS'in viral varsayımı ile ilgili ciddi şüphelere kapıldım. Pek çok diğer bilimci gibi, HIV'in kurbanlarının bağışıklık sistemini nasıl parçalayabileceği ile ilgili dahiyane açıklamalar üzerinde saatler harcadım. Ancak 1985 yılının sonuna gelindiğinde, bilim ve tıbbım mega-kurumlarının temel varsayımlarında yanlış bir şeylerin olduğuna kani oldum. HIV'i daha fazla inceledikçe, bu oldukça durağan ve zorlukla tespit edilebilen virüsün bu kadar büyüklükte yıkıma yol açması daha az mantıklı görünmeye başladı. Vergi mükelleflerinin 45 milyar doları nasıl olur da bu kadar sıradan ve can sıkıcı bir virüse harcanabilirdi? Ve neden medya, HIV/AIDS kurumunun halkla ilişkiler departmanı gibi çalışıyordu? Watergate'i ortaya çıkarmak, son on yıldır bilimsel ve tıbbi bir jargon, güvenilir insanlar, ve uzmanlıklar perdesi arkasında gizlenerek devam eden sahtekarlık, beceriksizlik ve rezil yalanlar silsilesinin üzerini açmak için gerekenin yanında çok basit kalır. 

    "T.D. Lysenko'nun Yükselişi ve Çöküşü" adlı yapıtında, Rus tarihçi Zhores Medvedev, otokratik bir Sovyet sahtebilimcisinin iktidara yükselişini, ve bir kaç onyıllık bir zaman diliminde Sovyet biyoloji ve tarımını nasıl yozlaştırıp neredeyse tamamen yok edişini anlatır. Medvedev "bilimde şu ya da bu doktrinin, hatta bilimsel bir trendin  tekelinin, toplumun derinlerindeki bir hastalığın dışa yansıyan bir semptomu" olduğu sonucuna varır. Başta Darwinizm olmak üzere Batı biliminin altını oymak amacıyla tasarlanan Lysenko'nun sapık bilimsel teorileri, hükümet destekli medya tarafından yoğun şekilde desteklenerek halka kabul ettirildi. "Sovyet basınının bazı özellikleri" der Medredev, "siyasi liderler tarafından seçilen bir bilimsel trendin halka benimsetilerek, diğer fikirlerin tamamen bastırılmasını mümkün kıldı".

    Medvedev rahatlıkla bizim hükümetimizin kamu sağlığı kurumlarının AIDS olayını ele alışlarını tarif ediyor olabilirdi. NIH ve Ulusal Allerji ve Bulaşıcı Hastalıklar Enstitüsü yöneticisi Dr. Anthony S. Fauci, neredeyse bütün akademik araştırmaların kaynaklarını kontrol ediyor olduklarından, hiçbir endişeleri olmadan karşıt seslere giden kaynakları kesebilirler.  Dergi editörleri HIV varsayımını eleştiren makaleleri yayımlamamaya zorlanabilir. Karşıt görüşlü bilimcilerle görüşme yapan gazeteciler hükümet kaynaklarından muaf tutulurlar, ve "ahlak dışı" davranmakla suçlanırlar. Sonuç; bir zamanlar övünülen bilimsel yöntem sürecinin bir "sosyal sapma" olarak değerlendirilmesi ve hatta bunu takip edenlerin cezalandırılması. 

    AIDS'i ele alacak olursak, bu yeni antibilimin en yıkıcı sonuçlarının klinik denemeler dünyasında olduğunu görürüz. FDA tarafından onaylanan ilaçların üç aşamalı klinik deneme sürecini tamamlamış olması gerekir: 1. süreç zehirlilik - 2. süreç kısa-dönem etkinlik- ve 3. süreç, en önemlisi, sonuçtaki hastalık ve ölüm oranları. (yani ilaçların gerçekten hastalara yarayıp yaramadığı)  

.    FDA tarafından yeni onaylanan HIV proteaz inhibitörü ilaçların hiçbiri üçüncü klinik aşamayı geçebilmiş değildir. 

    Ancak lisans almanın gereklerini yerine getirmiş olmak için iki adet 3. süreç klinik denemesi yeni başlatılmıştır. Birincisi 1.200 hastalı Boston merkezli bir çalışmadır, ikincisi de 3.300 hastalı bir Avrupa çalışmasıdır. (AZT ile çalışmayı, eylemci ve sağlık çalışanlarının protesto gösterilerine rağmen sonuna kadar götüren yalnızca Avrupalılardı, sonuç: AZT işe yaramıyor) Ama 25 Şubat'ta Boston Globe gazetesi manşeti patlattı: "3 ilaçlı tedaviye selam" Makale iki ilaçlı tedaviyi sürdüren 579 hastasından 63'ünün ya öldüğünü ya da AIDS bağlantılı yeni hastalıklar geliştirdiğini, buna karşın "kokteyl" de denilen üç ilaçlı tedaviyi alanlardan yalnızca 33'ünün öldüğünü ya da daha hasta olduğunu duyuruyordu. 

     Zafer sonuçları açıklandığında, Fauci dramatik bir şekilde, denemenin, proteaz inhibitörlerini içeren kombinasyonların AIDS ölüm riskini azaltabileceği bulgusunu sağladığını duyurdu. 

Buradaki mantıksal çarpıklıkları takip edebilmeniz için bir bilimci olmanız gerekmez. Ocak ortası ve Şubat ortası arası dönemde verilerin 3. sürecin durdurulmasına yetecek kadar çok değişmesi beklenemez. Boston denemesinin lideri bile, iki tedavi grubu arasındaki ölüm oranlarında istatistiki bir fark olmadığını kabul ediyordu. Çalışma tamamlandığında, üç ilacı alanlar arasında sekiz adet ölüm vardı, iki ilacı alanlarda ise 18. Bu ölüm oranlarını olduğu gibi almak, bir basketbol maçının sonucu için ilk yarı sonucunu kabul etmek gibidir. Herkesin bildiği gibi, önderlik maç içersinde bir ekipten diğerine salınabilir. Aynısı klinik denemeler için de geçerlidir. 

       Kısacası, kombinasyon tedavilerinin "ölüm riskini" azaltmaya yarayıp yaramadığını bilmiyoruz, çünkü bu kanıtlanmadı. Peki öyleyse neden Fauci ve müttefikleri 3. süreç denemesini istatistiki olarak önemli sonuçlar alınmadan  durdurdular? 

      Proteaz inhibitörleri 1996 yılında -kanıtlara gerek duyulmadan- mucize ilaçlar olarak dünyaya sunuldu. 3. süreç denemeleri henüz devam ettiğinden, durum önemli  bir belirsizlik içeriyordu. Eğer tatminkar sonuçlar alınmayacak olursa, durumu halka anlatmak zor olurdu. HIV/AIDS kurumunun bakış açısına göre, en güvenli eylem biçimi, oyunu durdurmaktan geçiyordu, daha sonra zafer ilan edilebilir, ve kimsenin bir şey sormayacağı ümit edilebilirdi. 

    AIDS araştırması dev boyutlardaki simbiyotik güçler olan hükümet ve endüstrinin sanal bir kuklası haline gelmiştir. Yakın zamanda,  "AIDS'in kemoterapisi" diye bir konferansa katılmıştım, 100 katılımcıdan 43'ü, her oturumdan sonra sonuçları bildirmek için telefonlara koşan ilaç şirketi reprezantanlarıydı.(Bu Wall Street mi, yoksa bilim mi?) Bir oturum sırasında, kokteyl tedavisinin önderlerinden biri olan katılımcıya kokteylleri alan hastaların durumunu sordum. Bazılarının çalışacak kadar sağlıklı olduğunu söyledi. Daha sonra, tedavi sırasında, bu 20 kişinin iyiye mi, kötüye mi gittiğini, ya da aynı mı kaldıklarını sordum. Cevap vermedi. Dinleyiciler için oldukça can sıkıcı bir durumdu. Daha sonra:" Hastalarınızın iyiye gitmesi gerekirdi, öyle değil mi?" diye sordum. Gene konuşamadı. 

        Daha da rahatsız edici olarak bir katılımcı, 3. süreç denemeleriyle artık  "klinik son noktaların ölü" olduğunu söyledi. Diğer bir deyişle, klinik çalışmalarda ölümlülük ve hastalık oranlarının artık varılan son noktalar olarak ilaç araştırmalarında  göz önüne alınmayacağına inanıyordu. 3. süreç çalışmalarını durdurmanın özürü "ahlak dışı" ve pahalı olmalarıydı, dolayısıyla artık değerlendirmeye alınan ilaçların hastalık ve ölümleri azalttığına, bu gösterilmeden  inanmamız bekleniyordu. 
 
         Şu ana kadar, diğer antiviral ilaçlarla kombinasyon halinde veya tek başına alınan proteaz inhibitörlerinin AIDS hastalarının ölüm oranlarını azalttığını gösteren bilimsel bir çalışma yoktur. 
 

          HIV mezhebi, AIDS'i bilim ve tıp alanından çıkarıp mitoloji dünyasına sokmuştur. Bu yol, HIV'de mesleki ya da parasal çıkarları olan oldukça güçlü kişi ve kurumlar tarafından kontrol edilmekte, bunlar kendilerini "gerçeğin" tek taşıyıcıları olarak kabul ettirmektedirler. Devlet kurumları, yerleşik görüşlerle uyuşmayan bilimcilerin seslerini kesmek için elinden gelen herşeyi yaparak AIDS hakkında gerçek bir kavrayışa varılmasını güçleştirmektedir. 

        Yine de gelecek için her zaman umut vardır; alışılmış görüşlere meydan okuyanlar bir gün bilimin tekrar özüne döneceğine, ve seslerinin duyulacağına inanmaktalar. Önceki Yüksek Mahkeme yargıcı William O. Douglas'ın, uymacılık huyunun tiranlığı, ve bunun düşünce ve ifade özgürlüğüne verdiği zararlar hakkında söyledikleri bana hatırlatılıyor. "Düşüncenin Özgürlüğü" adlı eserinde yazdığı gibi, " Meraklı insan- muhalif olan- yenilikçi- bizim önyargılarımızı yeren, karikatürize eden ve meydan okuyan insan- genellikle bizim kurtarıcımızdır. Ne var ki tarih boyunca, bu kişi, o günün dogma balonlarına iğne batırmaya çalıştığı için, yakılmış, asılmış ya da sürgün edilmiş, hapsedilip işkence edilmiştir."
 
 

Anasayfa

AIDS 'in HIV Teorisi: Efsane mi, Gerçek mi?

Eleni Papadopulos ile Röportaj : AIDS'in Nedeni HIV mi? (1)

Eleni Papadopulos ile Röportaj : AIDS'in Nedeni HIV mi? (2)

Eleni Papadopulos ile Röportaj : AIDS'in Nedeni HIV mi? (3)

Eleni Papadopulos ile Röportaj : AIDS'in Nedeni HIV mi? (4)

AIDS Hakkında Beyanatlar

Gözleri Bilimle Bağlamak

Sünnet Hakkında (site dışı)

Jenital Zevk ve Jenital Acı: Neden Biri Değil de Öbürü

 

 

 

 

 

 

 

 

 

linkler