VAZİFE-İ
TEMDİN*
Mustafa
Suphi
Dâr-ül-müallimîn
İktisat muallimi
TRABLUSGARP İÇİN
İtalya Hükûmeti Bâb-ı Âli’ye tevdi ettiği 28
Eylül 1911 tarihli notada Trablusgarp ve Bingâzi kıt’alarının
bulundukları hal-i metrûkiyetden ve şimâlî
Afrika’nın aksâm-ı sairesince görülen terakkiyât-ı
medeniyenin bu havâliye de teşmîli zaruretinden ve
bunda komşu olan İtalya’nın alâkadâr olduğundan
bir lisan-ı şiddetle bahsediyor. Ve birkaç gün sonra
(29 Eylül 1911) Devlet-i Osmanîye’ye ilân-ı harb
etmiş olmakla Trablusgarp ve Bingâzi’de bir vazîfe-i
temdîn (Mission civilisatrice) deruhde etmiş oluyor.
Vazîfe-i temdîn! Bütün âlemin bir Osmanlı toprağı
olduğunda tereddüt etmediği Trablusgarb’a ve Bingâzi’ye
tecavüz için fırlatılan bu iki kelime karşısında
umum Osmanlılar, Osmanlılığa merbût bî-hudûd bir
âlem-i İslâm ve nihayet insanlığa hürmetkâr büyük
bir âlîcenâb şahsiyetler uzun bir vakfe-i elem ve
hayret geçirdiler.
Gazeteler ilk bir iki günde böyle bir vazifenin mânâsızlığını
ileri sürdüler; hele İtalya’nın Sicilya’sı bütün
haydutlarıyla meydanda dururken, bu (vazîfe-i temdîn)i
başka millet ve memleketlere silah-ı tecavüz ittihâz
etmesini abes buldular. Fakat, biraz sonra meraklı,
hararetli şuûn-u harb matbuat sütunlarını doldurdukça
bu iki kelime mestûr kaldı. İnsaniyetin kaidelerini
teşkil eden bazı meseleler vardır ki, herkesçe
bilinmiş, tanınmış zannolunduğu halde günlerin yığdığı
tozlar altında hakikaten âtıl ve mahfî kalmıştır.
İnsanlar arasında teâvün ve tenâsur üss-ü içtimaî
olduğuna göre son asırlarda bir aile efrâdı gibi münasebet
de bulunan muhtelif millet ve memleketlerin vezaîf ve
hukuk-u mütekabileleri acaba İtalya’nın ileri sürdüğü
(vazîfe-i temdîn) mâhiyetinde bir manzûme-i kanuniye
de tevlid etmiş midir?
İşte görülüyor ki, şuûn ve hâdîsâtın
insafsız hücumlarına rağmen biz hala bu iki
kelimenin karşısında dağdağasız düşünüyoruz.
Ve bu satırları memleketin terbiye-i iktisadiyesine
(vazîfe-i temdin) ismi altında ithâf ediyoruz.
(Vazîfe-i temdîn)i, münâsebât-ı umumiye-i beşeriyeyi
esas ittihâz ederek yalnız felsefî bir nokta-i
nazardan tetkik etmek bizi, mesâîmize vermek istediğimiz
(faide-i ameliye) den uzaklaştırır korkusundayız. Diğer
tarafdan bir iki kelime: Vazîfe-i temdîn (Mission
Civilisatrice) Avrupa’lıların isti’mâr politikasına
girmiş bir tâbir-i ıstılahîden - maatteessüf -
fazla bir ehemmiyeti hâiz değildir.
Onun için tetebbuâtımızı bu nokta-ı nazardan
ilerleterek: İsti’mârın - ve isti’mârla daimî münasebetde
bulunan muhâceretin - mâhiyetini ve sebeplerini
meydana koyduktan sonra son zamanlarda teessüs ve
takarrür eden felsefesini ve usûlünü memleketin
terbiye-i iktisadiyesine hidmet edecek suretde ve mümkün
olduğu kadar ilmî ve amelî bir mâhiyetde izaha çalışacağız.
Ümit ediyoruz ki, bu izâhât ile: Avrupalıların
Hint’de, Çin’de, Mısır’da, Fas’da herhangi
bir menfaatlerini temin etmek üzere bütün bir vecd ve
gurur ile i’lâ etdikleri (vazîfe-i temdîn)in esas
ve neticeleri taayyün etmiş olacaktır.
FİKR-İ MUHÂCERET ve İSTİ’MÂR
Tarih-i bilâd tetkik olunduğu zaman iki büyük ve
esaslı harekete dikkat etmemek mümkün değildir: Muhâceret
ve isti’mâr. İptidai ve basit insanlar, toprağa
merbûtiyetlerini çok zaman hissetmemişler, otlakları,
meyvalıkları ve avlakları azalan yerleri tedrîcen bırakarak
daha feyizli topraklar aramışlardır; bu da beşeriyet
için geçirilmesi zaruri bir devredir. Şimâl
arazisinin ya az münbit vâhalarında veyahut derin ve
karanlık isteplerinde (1) yaşadıkları esnâda yalnız
koyun ve keçi sürüleri besleyen Mongollar o sürülerle
seyyâr idiler. Çünkü, onların sütleriyle geçiniyor,
onların etini yiyor, yününü giyiyorlardı. Sürüler
besleyen her kitle-i beşeriye mutlaka seyyâr değildir;
fakat Mongollar, sonra Türkler, Hunlar ve Tatarlar
topraklarının, birbirini takip eden pek soğuk ve sıcak
mevsimlerde hayvanlarını geçindirmeye müsait olmamasıyla
daima seyr-ü seyahate mahkûm idiler; yağmurlar,
seller, soğuklar ve sıcaklar karar ve hareketleri için
birer mi’yâr... Koyun ve keçilerle bir hayât-ı
macerâperestâne geçiriyorlardı. Bir müddet sonra külliyetlice
at ve deve de beslemeye başladılar; bu hayvanlar için
daha az macerâperest ve daha az seyyâr olmak ve bir
yer tutmak lâzımdı. Bir tarafdan hayvanât miktarının,
diğer tarafdan kendi nüfuslarının artması ile, artık
nefislerinde kuvvet ve itimat hissetmeye başlayan bu
kitleler şimâl topraklarında rızk-ı kanaatın bittiğine
hükmederek cenûba ve garba doğru akmaya başladılar...
Tarih, akınları böyle izah ediyor.
Hindo - Jermenlerin Asyây-i vustâdan başlayarak bütün
Avrupa’yı Malezlerin Madagaskarlardan, bahr-i muhîtin
en hicrî ve uzak adalarına kadar bütün Asyây-ı cenûbîyi
istilâ etmeleri de, müverrih-i meşhûr Hering’in
dediği gibi icbâr-ı tabiat ve zarûretle hâsıl olan
bir itiyâd-ı seyahat neticesinde vâki olmuştur. Devr-i
kadîmden beri karn be-karın devam ve tekrar eden bu
kabîl telâtımât-ı nüfus zâhiren hûnhârlık, kişvergüşâlık
veyahut cihangirlikle tasvir edilse de dahilen hiç bir
hareket-i irâdiye ve vicdâniyeye müstenit değildir.
Belki, bu telâtum, bihâr-ı muhîtenin müthiş ve
tufan misal telâtumâtı kadar gayr-i iradî ve gayr-i
vicdanî, daha doğru bir tâbirle zatî ve zarûrîdir.
Avcılık ve çobanlık devrinden çiftçilik devrine
tamamiyle girmeyen akvâma hâkim avâmilin heyet-i umûmiyesini
bu zamanlarda görürüz: Hiç bir şeyde karar yoktur;
câbecâ: Taşdan, topraktan, ağaçdan binlerce mesâkin
hayat bulur; sonra, bütün bunlar birden harabezâr
olur.
Tarihin istilâ sütûnu altında göreceğimiz bütün
vak’alar ve vâkıalar bize i’mâr ve isti’mâr
hakkında pek mütezadd fikirler verir; i’mâr ve
isti’mârdan ziyade harâbâta ait menâzır karşısında
bulunuruz. Fakat pek garip görülmemelidir ki,
felsefe-i tarih bütün bu hadisâtı medeniyet-i hâzıranın
esasları miyânında zikr ve ityân etmektedir.
Fi-l vâki’ zaman geçdikçe idrak-i beşerin
taazzuv ve inkişâfı ile insanların hareketlerinde
bir usûl-ü fenniye (technique) tekevvün etmeye başladı.
Böyle seyyâr kitalât-ı beşeriye arasında gittikçe
artan münasebât ve müdavelât-ı ticariye seyir ve
hareketlerde bir merkeziyet ihdâs etti: Sallar ve
nihayet gemiler üzerinde denizler, memleketler aşıp
alış-veriş etdikden sonra yine tutulan bir merkeze
geliniyordu. İnsanlar artık o ebedî ve kelâl-âver
serserilik hayatından bir hayat-ı sükûn ve refaha
giriyorlardı. Ziraat ve ticaret ilerledikçe oturulan
evlere, işlenilen topraklara bir kıymet gelmişti.
Birinin evi, tarlası yahut bahçesi; diğerinin de evi,
tarlası ve bahçesi... vardı. Sonra, bunlardan biri ve
diğeri birkaç senelik işleme neticesinde: Evvelce bu
toprakların içinde bulunan taşlar çıkarılmış, atılmış,
ma’mûrezâr ve kıymetdar olmuştu.
İşte görüyoruz ki, insanların bir karargâh
edinmeleriyle: Avcılık devrinin çiftçilik devrine
intikaliyle fikr-i i’mâr başlamış oluyor; ve fikr-i
kıymet ve ticaretin terakkisiyle bu i’mâr fikri büsbütün
taayyün ediyor.
Ticaret-i bahriyede pek ziyade terâkki eden Fenike
ve Kartaca’lılar ve nihayet Yunanû’lerin bir şu’be-i
ticariye olarak dahilde ve sahilde teessüs ve i’mâr
etdikleri memleketler bazen asıl karargâhlarını
arkada bırakacak suretde terakki etmişlerdir. Esâtir-i
evvelînden Delef ilâhesinin cenâh-ı umrânında
dokuzuncu asırdan on birinci asra kadar teessüs olunan
bî-bedel Yunan ma’mûreleri, sonra, İskender-i kebîr’in
bizzat teşkil ve şark rûmlarının iskân ettiği
altmış kasaba fikr-i i’mârın tecelliyâtı
muhtelefesindedir. Sezar’ın askerî merâkizi bilâd-ı
ma’mûre haline girmiştir. Milat-ı İsa’yı tâkip
eden Jermen istilâsı ise İslavların şarkdan tekrar
zuhûr ve istilâları ile şimâlde ve bahr-i sefîd
sevahilinde abzı merkezîyetler ve ma’mûreler teessüsüne
sebep olmuştur.
Akvâm-ı iptidâîyenin istilâsı esbâbını, az
çok izâh eden tarih meskûn ve mütemaddin
Fenike’lilerin, Kartaca’lılarırı ve nihayet
Roma’lılarla Yunanî’lerin harekât ve teşebbüsât-ı
i’mâriyelerini başka başka esbâb ve sevaika isnad
ediyor. Her halde bu hadisât-ı beşerîyede tebellür
eden bir madde varsa o da (muhâceret) dir. Muhâceret
hayat-ı beşerle tev’emdir. Onun için Morits Vagner:
“Muhâceret nazariyesi, diyor, tarih-i kâinatın
nokta-ı esasiyesidir.”
Devr-i cedîdde de bu telâtum devam edip duruyor.
Onbeşinci asır evâhirinde Amerika’nın keşfi ve
Afrika, Asya ve Avustralya kıt’aları hakkındaki
ma’lûmat-ı coğrafiyesinin tevsiî, Avrupa’dan külliyetli
miktarda muhâcerete sebebiyet vermiştir.
Onaltıncı asırda Amerikay-ı cenûbîye, onyedinci
asırda Amerikay-ı şimâliye Avrupa nüfusunu sarsacak
derecede vuku’ bulan hicretin esbâbı Gladston’un
dediği gibi insanların altına olan aşkından başka
bir şeyde aranmamalıdır. Bu muhacirlerin bir kısmı
maden ocaklarında, ümitlerine nail olmadan, veyahut
perî-i hayalleri henüz hayat ve hakikat bulurken telef
oldular. Fakat hiç şüphe yok, İspanya’dan,
Portekiz’den, İtalya’dan, Fransa’dan,
Almanya’dan, İngiltere’den hicret eden bu cesur,
muhteris ve maceraperest muhâcirler teşebbüsüyledir
ki, yeni dünyada, bugün, altın ve gümüş sütunlar
üstünde pûr-vakar ve haşem, muallâ bir taht-ı
medeniyet kurulmuştur.(2) Fi-1 vâki’ Amerikay-ı şimâli
kısım-ı a’zamı Sakson olmak üzere (İngiliz-Alman),
ve bir küçük kısmı Selt ve Latin (Fransız, İrlandalı,
İtalyan) lar tarafından iskân ve temdîn edilmiştir.
Bundan başka evvelce nakledilmiş olan zencîlerle
hicretleri son zamanlarda men’ olunan Çinliler ve
Japonyalılar da bu memleket hayat-ı sınâîye ve
iktisadîyesinde mevki-i mahsûs sahibidirler. Amerikay-ı
cenûbî ise İspanyol, Portekiz ve bir miktar Fransız
ve İtalyanlardan ibaret olarak Latinler tarafından iskân
ve temdîn edilmiştir.
Bu muhâceretin ehemmiyeti hakkında bir fikir
edinmek için 1790 senesinde Amerikay-ı şimâlîde dört
milyondan fazla olmayan ahalinin 1900 de (75) milyona
baliğ olduğunu zikretmek kâfidir. Şu halde vasatî
olarak senede % 3,5 tezâyüd-ü nüfûs var demektir.
Bunların bir kısm-ı mühimmi tevellüdâta ait ise de
sülüs miktarında bir kısmı muhâcerete ma’tûfdur.
Afrika’da on dokuzuncu asrın bir Amerikası olmuştur.
Bu kıt’anın hemen her tarafı, kâh bilfiil işgal,
kâh himâye ve kâh hinterland denilen hutût-ı mefrûze-i
nüfûz ile Avrupalılar tarafından istilâ olunmuştur.(3)
Birkaç asırdan beri Avrupa’ya mahkûmiyetine rağmen
Hindistan’da üç yüz bu kadar milyon yerli ahali
arasında 250.000’den fazla Avrupalı bulunmuyor.
Sonra Sibirya’ya, vüs’at-ı arazisine rağmen Rus köylülerinden
olmak üzere senede 100-120 bin nüfûsdan fazla muhâceret
vuku’ bulmuyor. Asya’nın diğer memleketlerinde
mevcut Avrupalıların miktarı ise birkaç milyona baliğ
olmaz. Onun için Asya kıt’asında pek ehemmiyetsiz
olan Avrupalı nüfûs ile Avrupa nüfûz-u siyasiyesini
fikren bir an için muvâzene ile iktifâ edelim, ibret
alalım.
Avustralya kıt’asında ise (yerli ırkı Amerikay-ı
şimâlîde olduğu gibi kâmilen mahv ve zâil olan) bütün
bu kıt’a bir kısm-ı mühimmi Anglo-Sakson olmak üzere
Avrupa ahalisiyle meskûndur.
Muhâceret ve isti’mârın sebepleri
Yeni dünyanın keşfedilmesiyle Portekiz ve İspanyol
gemicilerinden başlayarak İngiliz, Alman, Fransız, İtalyan,
İskandinav... ilâh ırkları, lisanları ve âlem-i
Hristiyanîye mensûbiyetleriyle beraber şerâit-i
ma’nevîyeleri ve şerâit-i iktisadîyeleri mütebâyin
milletlerden milyonlarca insanın, bu iki kıt’aı arzın
aksâm-ı muhtelifesinde ve kıtaât-ı sairede güzâr
etmeleri akvâm-ı iptidâiye ve kadîmeyi muhâcerete
sevkeden esbâbdan başka mahiyetde sevaik ve avâmile müstenittir:
Bir kere muhâceret mebâhisine hâkim kesâfet-i nüfûsdan
bahsetmek lâzımdır. Bir kütle-i beşerîyeyi teşkil
eden nüfusun miktarıyla o kitlenin meskûn olduğu kıt’a-ı
arzın mesâhası arasındaki nisbet, kesâfet-i nüfus
nazariyesinin esasıdır. Miktâr-ı nüfus ile kıt’a-ı
meskûne arasında seviye-i medenîyeye, iklîme, mâhiyet-i
arâziyeye göre bir nisbet-i tabiîye mevcuttur. Meselâ
şimâlin soğuk memleketlerinde (4) mil murabbaı arâzî
bir adama kifâyet edebildiği halde cenûbun güneşli
ve feyizli topraklarında bu kadar yerde (10 dan 500)e
kadar insan geçiniyor. Demek ki, miktar-ı nüfus ile kıt’a-ı
meskûne arasındaki şu nisbet-i tabiîye muhtel olunca
bir muvâzenesizlik başlamış olur. Nüfus bu nisbet
haricinde artarsa hayat darlaşır ve biraz daha artarsa
felâket-i hayat baş gösterir; bazı Avrupa
memleketlerinde görüldüğü gibi açlıktan insanlar
ölür; onun için her memleketin mevkiine, seviye-i
bahrdan irtifa’ ve inhitâtına, ve hatta şerâit-i
medenîyesine göre tehallüf eden bu nisbet, nüfusun
terakkîsiyle muhtel olunca ya tabiî bir taşkınlıkla
muhâceret başlamış olur; yoksa bir felâket ve bunu
müteakip büyük bir iğtişâş hâdis olur; insanlar
birbirlerini telef ederler. Memleketlerini bu gibi hakayık-ı
fenniyeyi bilerek idare edebilen mes’ut milletler kesâfet-i
nüfûsu nazar-ı dikkate alarak ona göre hareket
mecburiyetindedirler. İcabında nüfûslarından bir
miktarını nakl ve iskân edebilecekleri dahilde ve
hariçde ma’mûreler, müsta’mereler vücuda
getirmeye çalışırlar.(5) Kesâfet-i nüfûsdan dolayı
muhâcerete mecbur memleketlerden bugünkü Büyük
Britanya ve Almanya zikrolunabilir.
Mamâfih, kesâfet-i nüfûsun terakkisinden başka
birçok sebepler daha vardır ki, muhâcereti ve dolayısıyle
i’mâr ve isti’mârı icab etmiştir. Nüfûsuna göre
arâzîsi, hatta vâsi’ olan bazı memleketlerde
uzviyet-i idarenin bozukluğundan, fena kanunlar vaz’ından
dolayı geçinemeyen bir kısım ahali başka yerlerde
yaşamaya mecbur olmuşlardır. İrlanda bu haldedir; mülkiyet-i
arâzî kanununun menâfi-i umumiye-i ahaliyi vikaye
edememesinden daima hidmektkârlık mevkiinde kalmaya
mahkûm olduklarını hisseden birçok İrlandalılar
hicret etmişlerdir. Kadîm Roma’da Latifundiya (Latifundia)larla,
İrlanda gibi, ahaliden bir kısmının hicretine
sebebiyet vermişti.
Bundan başka sebepler de vardır; büyük bir
vak’a ve meselâ bir inkılâp ile hâdis olan şerâit-i
cedideye bir sınıf halk için tahammül mümkün
olmaz. Yunan-ı kadîm hükûmetlerinde olduğu gibi on
yedinci asırda kakers (Quakers) lerin ve Fransa’da
kalvinist (Calvinistes) lerin mecbûr-u hicret olmaları
bu kabîldendir. 1789 inkılâbı neticesinde şerâit-i
umumîyeden müteessir bazı Fransızlar da bilhassa
Almanya ve İngiltere’ye mecbur-u hicret olmuşlardı.
Bazı hâdisât-ı taassubkârâne vesilesi ile vâki
olan muhâceretler de eksik değildir. Yüz sene
muharebeleri, ahl-i salîb muharebeleri buna birer misâl
olabileceği gibi Fransa’da Nant kararnâmesinin ilâmıyla
Protestan’ların firar ve hicretleri de bu miyâna
ithal olunabilir.
Nihayet Gladston’un sözünü bir daha hatırlayalım:
İnsanların altın aşkını, daha umumî, ihtiras-ı
beşer tâbir edelim; fakat, bu bir ihtiras değil,
kuvve-i eşyadan çıkmış bir ıztırâdır. İnsanların,
en az himmetle en çok menfaatler istihsal etmek arzusu
tabiatda bir kanun halinde tecelli eder. Ancak
Gladston’un Amerika muhâcereti için ileri sürdüğü
altın aşkını biz aks-i mânâda da kullanmak
istiyoruz. İnsanlar, başka memleketlere, yalnız
Amerika’da olduğu gibi toprakları eşerek kolayca
altın külçeleri edinmek için değil, belki, bin türlü
mezâhim ile ve kurûn-u müteaddide de vücuda
getirdikleri müdevver ve muntazam altınları
Amerika’lılara götürmek için de ihtiyâr-ı seyahât
ve hicret ettiler; garpda ticaret ve sanayiinin terakkîyât-ı
fevkalâdesi son asırlardaki muhâceretin esbâb-ı
esasiyesinden addedilmelidir. Buhar ve elektrik
kuvvetlerinin keşfi ile vücut bulan kuvay-ı mihânikiye,
medeniyet-i hâzırayı bir medeniyet-i mihânikiye
haline ifrağ etmiştir; hirâs-bahş dehşetlerle tabakât-ı
arzîyeyi delik deşik eden fevareler, dünyadaki kömür
madenlerini iktisadî endîşelere sebep olacak derecede
azaltmıştır. Makineler sayesinde bugün bir memleket,
kendine bir asır kifâyet decek ma’mûlat ve masnûât
meydana getiriyor. İngiltere şu hâl-i faaliyetde az
bir zaman için ihracatda bulunmazsa demirler altında
ezilir, iplik yumakları içinde boğulur. İşte İngilizler
gibi bu eşyây-ı masnûanın da başka memleketlere
hicreti lâzımdır. Sonra bu müdâvelât azîmeden husûle
gelen müdevver altın yığınlarını hazinelerde
saklamak da asrın mihânikiyet-i medenîyesine muvafık
değildir. Onları da kullanmak, onları da bir yere
hicret ettirmek muktezîdir. Şu suretle yalnız emtia
ve masnûât değil, belki, nukud ticareti için yeni
mahreçler bularak oralara muhâceret ve iskân zarûretleri
hâsıl olmuştur.(6)
Fikr-i isti’mârın esası
Ancak taazzuv ve teşekkül etmiş milletler efrâdının
memleketlerini terk ve ihtiyâr-ı garîp etmeleri ne
kadar güç ise yukarıda gösterdiğimiz ilcâât-ı
zarûriyeden biriyle ihtiyâr-ı garîb edenlerin
memleketlerini büsbütün unutmaları da mümkün değildir.
Onun için böyle mutaazzıv milletlerden ayrılarak
iptidâî ve gayr-ı mekşûf yerlere gitmeye muvaffak
olanlar ihtisâsât ve icâbât-ı milliyetlerine tâbi
olarak her teşebbüslerini mâder-i vatan namına yapmışlar
ve memleketlerinin me’ser-i medeniyesini hiref ve
sanayîini, ticaretini, dinini, lisânını oraya nakle
ve istihsal ettikleri bütün menâfii kendi
memleketlerine ithâfa çalışmışlardır. İşte fikr-i
isti’mârın esası, ruhu burada nümâyân olmaktadır.
Bir belde dahilinde yaşayan kavim tarafından köyler,
kasabalar, şehirler, çiftlikler, mâlikâneler vücuda
getirmek i’mâr olduğu gibi, aynı kavim efrâdı
tarafından uzaklarda yine o belde menfaatine ma’mûreler
ve mâlikâneler ihyâsına delâlet etmek isti’mârdır.(7)
Portekiz ve İspanyolların bütün bir kıt’a-ı
arzı: Yeni dünyayı memleketleri namına kaydetmek
arzuları bu fikre, bu esasa istinat eder. Nasıl ki, şimâli
ve cenûbî Amerika kıt’aları çok zamanlar, parça
parça muhtelif memleketler namına işlenmiştir. Bu kıt’alar
bugün hemen umumiyetle Avrupa’dan ayrı ve müstakil
bulunuyor ve Monroe’nun - Amerika Amerika’lılarındır
- düstûru hukuk-u beynelmilel mebâhisinde bir mevki-i
mahsus tutuyorsa sebebi: Avrupa ahalisinin milyonlarca
hicret ve içtimâı üzerine oralarda da bir garp
medeniyetinin, - tâbirimize ta’riz edilmemek üzere-belki
garp medeniyetine fâik bir Amerikan medenîyetinin
teessüsü ile mevcut bulunan müstakil bir vicdan-ı
umumîdir. Bu vicdan-ı umumu başka bir âlem temsil
etmiş ve artık bu yeni âlemin Avrupa esaret-i
iktisadiye ve siyasiyesine mahkûmiyetine lüzûm görülmemiştir;
yoksa Amerika’da, Avrupa âleminin çok zaman hâdimi
idi. Nasıl ki, Asya ve Afrika hâlâ bu hâdimlik
vaziyetindedir, ve daha çok zaman bu vaziyetde kalacaktır:
Hindistan’da, Hindiçini’de, Belûcistan’da,
Afganistan’da, Türkistan’da, İran’da ve hatta Çin’de
ve belki, Japonya’da ve Osmanlı İlindeki müstahsalât-ı
iktisadiyenin yüzde birkaç fazla-ı nisbeti İngilizler,
Fransızlar, Almanlar, bir parça da Amerikanlar ve
Ruslar için ayrılıyor. Sonra, Afrika bugün Avrupa
nukud zer ve sîni ile tesviye ve islah edilmektedir.
Bir müddet sonra bütün bu kıt’anın kuvay-ı mihânikiye-i
istihsaliyesi de, Belçika, Felemenk, İsviçre, İtalya
dahil olduğu halde, Avrupa ailesi için çalışacaktır.
Avustralya’da ise bugünkü muazzam Amerika İmparatorluğunun
on dokuzuncu asırda gösterdiği bazı istidâtlar tezâhür
etmektedir.
İSTİ’MÂRIN FELSEFESİ: VAZİFE-İ TEMDİN
Bu mukaddemât-ı tahlîliye i1e mâhiyet-i umumîyesi
hakkında bir fikir edindiğimiz isti’mâr devr-i hâzırda
bir felsefeye, bir de usûle iktirân ediyor.
Deniliyor ki, istimâr: Bazı zarûretler tahtında
bir memleket ahalisinden bir kısmının diğer bir
memlekete intikâl ve hicretiyle buraları ticaret için
mahreç ittihâz etmesinden ibâret ve bu kadar basit değildir.
Bugünkü dünya, medeniyet-i beşeriye itibâriyle dört
muayyen kısma ayrılabilir: (1) Garp medeniyetine sahip
olanlar, Avrupalılar gibi. (2) Muhtelif medeniyetlere
sahip oldukları halde, müctemi, müttehid, hayatları
ve tarihleriyle bir millet olarak yaşamaya ve
kendilerini idareye mecbûr milletler, Çin ve
Japonya’lılar gibi. (3) Bir millet teşkîline yaklaşmış
mu’tedil mizaçlı, epeyce terakkîperver ve fakat
gayr-ı sâbit ve iğtişâşa müstaid kavimler; Hindûlar
ve Cavalılar gibi. (4) Dünyanın büyük bir kısmını
işgal eden vahşi ve barbar aşâir ve kabâil gibi
nihayetsiz muharebât içinde imrâr-ı hayat eden,
sanayiden bî-behre, servet-i tabiiye-i arâzîyeden bî-haber
akvâm-ı iptidâîye.
Dünyanın her türlü füyuzât-ı tabiiyeye
tecelligâh olan büyük bir kısmını nâ-ehiller
elinde bırakmak ne ma’kûl, ne de muhikdir. Onun için,
akvâm-ı mütemaddînenin, yukarıda zikr olunan dört
sınıf halkdan son iki sınıfa müdahale ile onları
taht-ı vesâyetlerine almaları meşrû’ olduğu
kadar insaniyetperverâne bir vazîfe, bir vazîfe-i âliye-i
temdîniyedir. Şu halde ticaret ve mahreç politikası
ile isti’mârı birbirine karıştırmamalıdır, İsti’mâr,
eşya alıp satmaktan başka bir şeydir; isti’mârın
akvâm ve arâzî üzerine derin bir fi’1 ve tesîri
vardır; iptidai akvâma bir terbiye, bir fikr-i adâlet
verir, bilmiyorlarsa sermayenin mâhiyetini ve sûret-i
isti’mâlini öğretir, tevzi-i amelî tesis eder; ve
bu vazîfeyi ifâ edebilmek üzere yalnız münasebât-ı
ticariye kifâyet etmez Mâder-i vatanın yalnız mahsulât,
ma’mulat ve masnûâtı değil, sermayesi, tasarrufâtı,
mühendisleri, kontrmetreleri, ahali bir kısm-ı mütehayyizi
oraya hicret etmelidir.
Binaenaleyh isti’mâr, denilebilir ki, muntazam ve
medenî bir kavmin ahvâl-i içtimâiyesi muhtel veya
gayr-i müesses iptidâî bir kavme karşı bir usûl ve
nizâm dairesinde vuku’ bulan hareket-i medeniye ve
umrâniyesidir.
Garp medeniyetinin en sahrâ-i kıt’alarda, en
barbar kabaîle doğru cebir ve şiddetle ve birçok teşebbüsât-ı
muharebâne ile ilerlemesi: Avrupa âlem-i ticâri ve
askerîsinde demesek bile, darülfünûn mahfillerinde
bu felsefe ile izah ve telif edilmektedir. Felsefe
denildi mi, en kaba ve maddî şeyler kesb-i rikkat
eder. En âdi ve tabii hâdiseler en mühim kanunlara
esas olur. Denilebilir ki, felsefe gılzet-i eşyayı
setr ve istilâ eden bir seyyâle-i fikriyedir. Bizim
muhâceret ve isti’mârın sebeplerinde zikr ettiğimiz
ilcâât bakınız burada ne câzip ve mantıkî esbâba
iltica etti.
Bu felsefenin sahibi Fransa eazım-ı iktisadiyûnundan
ve enstitü azâsından mösyö Pol Löruva Bolyö (P.
L. Beaulieu) dur.
Ancak bu felsefeye ve isti’mâra kat’iyen muhalif
mütehayyiz fikirlerde yok değildir. Jan Batist Sey
(J.B. Say), Gobden (Gobden) ve mösyö dö Molinari (M.
de Molinari) gibi en büyük Avrupa ulemâsı isti’mârın
meşrûiyetini inkâr etmişler ve bir vazife-i temdîniye
ile nezdine gidilen kavmin ve kabîlenin ekseriya
mahvolarak, sarfedilen sermayelerden ve bu kadar zahmet
ve meşakkatlerden de istifade edilemediğini ileri sürmüşlerdir.
Bir müsta’mere yeni gars olunan bir ağaç
gibidir. Meyva vermesi için birçok i’tinâlar, bunun
için uzun zamanlar ister. Binâberin, sarfedilen
sermaye ve mesâinin müsmir olmadığını hemen iddia
etmek doğru değildir. Ve birçok yerlerde istifâde başlamıştır.
Ancak nezdine gidilen akvâm ve kabâilin islah ve temdîni
felsefe-i isti’mârda büyük mevki tutan bir vazife-i
âliye-i insaniyet olduğuna nazaran müsta’merâtda
şimdiye kadar cereyan eden fâcia-engîz vakayi’e ve
ahali-i kadîmenin günden güne inhitât ve izmihlâline
lâkayt kalmak doğru değildir.
Avrupa’lıların bilâd-ı baîdedeki harekât ve teşebbüsâtını
zikr olunan vazîfe-i medenîye veya temdîniye namına
hesabedecek olursak neticede gayr-i me’mul ve pek
ma’kûs bir neticeye vâsıl oluruz. On beşinci asırdan
on sekizinci asra kadar esasen Avrupa akvâmının mâhiyet-i
ahlâkiyelerinden “iktisâb-ı servet için her şeyi
yapmak” düsturundan başka bir şey’e intizâr
olunamaz; onun için arâzî-i mekşufe ahalisini kendi
menfaatleri namına her suretle istimâl, onları
maddeten ve ahlâken her suretle mutazarrır eden ilk müstevlîler
bir vazîfe-i medenîye değil, zulüm ve vahşetden başka
bir şey îka’ etmemişlerdir. Âli ve medenî denilen
Avrupa ırkları bu yeni memleketlerde alelekser en âdi
ve hasîs-fıtrat adamlar tarafından temsil edilmiş ve
bî-çâre yerlilere bunlar tarafından medeniyetin en
fenâ adetleri, en münhat hisleri, en tehlikeli hırsları
telkîn olunmuştur. Hiç bir kayd-ı ahlâkiye tâbi
olmaksızın küûle, afyona, çalışmadan kazanmaya,
yani tenbellik ve hırsızlığa müptelâ olan bu
zavallı yerliler nâçar yerlerini diğerlerine terk
ile geriye doğru çekilmeye ve kabiliyet-i hayatîyeleri
haricinde yaşamaya mecbûr ve mahkûm olmuşlar, ve nihâyet
en dar, en fenâ yerlerde perişânlıktan, açlıktan,
muharebât-ı medîdeden ve esâretden ırka ârız olan
zaaf ile mahv u helâk olmuşlardır.
Amerika’da Avrupa istilâsı Otokton ırkının
inhitâtın sebebiyet verdi. Peru ve Meksika Hindûlarının
birçok muharebât ve mücadelâtdan sonra ırkîyetleri
vaktiyle kendi hakimiyetleri altında yaşayan kabâilden
daha dûn bir hale gelmiştir. Afrika’da ise,
Avrupa’lıların istilâsı, Amerika’dan daha iyi
neticeler vermemiştir. Tamam üç asır zarfında
Avrupa ticareti esirciliğe inhisâr etmiş denilebilir
ki, bunun, zavallı siyahîlerin terakkiyât-ı maddiye
ve ma’nevîyelerini kâfil olduğunu kimse iddia
edemez. Afriikay-ı şimâlideki Arapların ırken
bozulmaya başladıkları ve maârif ve medeniyetten müstefît
olamadıkları istatistiklerle sâbitdir.
Kıt’aât-ı muhtelifedeki iptidâî kavimlerin daha mütemeddin
ve daha yüksek ırklarla temasından hâsıl olan bu
inhitât ve izmihlâl yalnız manevîyet-i beşeriye
nokta-ı nazarından şâyân-ı tesir ve teessüf değildir.
Bundan isti’mârın gayesi olan medeniyet ve umrânda
kaybetmiştir. Çünkü, nüfus tenezzül ve inhitât
ettikçe kuvay-ı istihsalîye-i beşerîye kaybediyor
demektir. Bu fenâ netice, yeni memleketlerde tatbik ve
takip olunan sistemin (manzûme veya usûl) bozukluğuna
hamledilmek lâzım gelirken garipdir ki, Darvinizm nüfuzuyla
ortaya bir kanun demeyelim, fakat bir şu’be-i kanun
çıkarılmıştır: “Hallerinden daha yüksek bir
terbiye kabiliyetinde olmayanlar izmihlâle mahkûmdurlar.”
Fakat Amerika Otokton’larının ve Afrika, siyâhîlerinin
daha yüksek bir terbiyeye müstaid olmadıkları neden
sâbit oldu? Bu istidadı inkâr etmek nesl-i beşerin
şerâfetini ayaklar altına almaktır. Şu kadar vardır
ki, bir Otoktonu bir İngiliz gibi terbiyeye kalkışmamalıdır.
Diğer tarafdan Avrupa’lıların Asya istilâsı
da, vaz’ettikleri ağır rüsum ve tekâlif ile,
Asya’lılara pek pahalıya mâl olmakla beraber burada
hükûmetlerin bilâ-vasıta ve bizzat hareket
etmeleriyle i’sâr-ı medîdeden beri devam eden iğtişâşatın
önü alınarak nisbeten sâkin ve emin bir hayat ve
idare tesîsine muvaffakiyet hâsıl olmuştur. Bu itibârla
yerli ahali çalışmak zevkini alarak zaman ve asayiş
ile Asya ırkları zevâl bulmadıktan başka kesâfet-i
nüfus da gittikçe artmıştır. (Fakat şunu nazar-ı
dikkate almalıdır ki, Asya’da öteden beri yaşayan
büyük medenîyetlerin bazı âsârı henüz mevcut
olmakla beraber ahali Afrika ve husûsiyle Amerika
ahalisinden daha müteşekkil ve muntazam idi.) Meselâ,
İngiliz Hindistan’ında nüfus zannolunuyor ki, hiç
bir zaman hâl-i hâzırdaki kadar tezâyüd etmemiştir.
Garp medeniyetinin müdahalesiyle câlib-i dikkat
derecede terakki eden memleketlerden biri de Cava ve
Madera’dır, 1816 da buralarda 4-6 milyondan ibaret
olan ahali Hollanda’lıların hüsn-ü idareleriyle
mevcudiyetlerini muhafaza ederek 1886’da 22 ve hâl-i
hâzırda 25 milyon derecelerinde tekessür etmişlerdir.
Afrika’da bile böyle bir misâle tesadüf ederiz: Mısır
kıt’ası hâl-i hâzırda hemen kesâfet-i kadîmesini
iktisap eylemiştir.
Bu tetkikât ile anlaşılıyor ki, Amerika, Afrika
ve Avustralya’da bazı ırkların zevâlini sadece
“kavîlerin zayıfları bel’ ve ifnâ etmeleri”
nazarîyesine veyahut yukarıda denildiği gibi daha yüksek
bir terbiye kabîliyet ve istidadını haiz olmamalarına,
atfetmek doğru değildir. Belki, asr-ı hâzırda
felsefe-i isti’mârın i’lâ ve Avrupa’lıların o
kadar iftihâr ettiği vazîfe-i temdînin müsta’merâtda
lâyıkıyle ve hakikaten medeniyet ve insanîyete muvâfık
bir sûrette, bir sûret-i âdilâne ve ihtiyatkârânede
tatbik olunamayışından neş’et etmiştir.
İSTİ’MÂRIN USULÜ
İşte bu suretle usûl-ü isti’mâra vâsıl
oluyoruz. Bu uzak memleketleri ve o memleketlerde sâkin
insanları nasıl idare etmeli ki, Avrupa’lıların
ekseriya hiyleli ve sahtekâr vaziyetlerle ileri sürdükleri
vazîfe-i temdîn yirminci asır insanîyetine lâyık
bir surete cereyan eylemiş olsun?
Burada meseleyi mösyö Josef Şayye ve bütün
muktesitler gibi ikiye ayırmaya mecbur oluyoruz:
Bir kere idare-i efrât; zaten bazı icabât-ı
zaruriye ile efrâdın ne yolda muhâceret ve evvelce
kendileri için gayr-ı ma’lûm uzak yerlerde birer
vatan-ı sânî tesis ettiklerini söylemiştik. Şimdi
maddeyi cihet-i umumiyesi itibâriyle daha yakından
tetkik ve mütâlaa edeceğiz.
Efrâd isti’mâra nasıl muvaffak olabilir: Müsta’mereler
vücuda getirmek için evvel-emirde kuvay-ı zâtiyelerini
sarfederler; sonra, bir sermayeye, hem büyük
sermayelere ihtiyaç vardır. Bu büyük sermayeler ise
bir ferdin servetinden ziyade afrâdın servet-i müctemialarından
vücuda gelir. Şu halde efrâdın gerek kuvay-ı zâtiyelerinin,
gerekse sermayelerinin iştirâkiyle bir şirketin, bir
cemiyetin vücuda geldiğini görüyoruz. Ve hakikatde
bir adamın tek başına isti’mâra kalkışması işdeki
ehemmiyete binaen hemen gayr-i mümkündür. Nasıl ki,
son zamanlara kadar müsta’merâtı böyle bir şirket
halindeki büyük kumpanyalar idare ettiği gibi İngiltere’de
halâ bu kumpanya usûlüne müracaat edilmektedir.
Ancak bu kumpanyaların şimdiye kadar takip ve iltizâm
eyledikleri usûl ve vesait, gaye-i hareket olan (temdîn)
ile kolayca telif edilecek mâhiyette değildir. Takip
olunan usûl son zamanlara kadar: Saha-ı
faaliyetlerini, daha müsmir olabilmek üzere tahdit
etmek, bazı mevad ve hububât ticaretini inhisâr altına
almak, sonra bu mevad ve hububâtın tahdît-i miktarına
çalışmak ve nihâyet müvâdelât-i ticariyede en büyük
esas: Gayet dûn fiyata satın alıp pek yüksek fiyata
satmaktan ibaretti, denilebilir. Bu tarz isti’mâr o
topraklardan muvakkat bir zaman zarfında müsta’mer
vaziyetinde bulunanlara bir miktar fayda temîninden başka
bir şey yapmaz. Fakat o toprak bu muvakkat zaman nihâyetinde
iflâs eder, akim olur; üzerinde yaşayan insanlar da o
ellerde artık duramazlar ve başka yerlere çekilirler.
Bakon (Bacon), Jan dö Vit (Jean de Witt), Jan Batist
Sey (J. B. Say) gibi mühre-i iktisadîyûnun isti’mâr
aleyhinde bulunuşları bir manzûme-i ihtikârdan başka
bir şey olmayan bu kumpanyaların seyyiâtı dolayısıyladır.
Bu kumpanyaların teşebbüsât-ı şahsiyeden ma’dûdiyeti,
doğrudan doğruya hükûmetler tarafından himâyeye
bir zamanlar ihtiyaç olmamasından neş’et etmiştir.
Çünkü yeni dünyanın keşfini müteakip o kadar boş
yerler bulundu ki, buraları bir bayrak rekzi ile
fethetmek mümkün olurdu. Demek ki, bu kumpanyalar teşebbüsât-ı
şahsîyeden ma’dûd olmakla beraber yine bir şahsiyet-i
milliyeyi haizdi. Ancak sonraları bu gibi yerlerin
azalması ile istimârın faaliyet-i resmîyede bir şu’be-i
mahsus teşkili meselenin mâhiyetini değiştirmiş, doğrudan
doğruya hükûmetler müteşebbis olmuştur.
Hükûmetlerin teşebbüsünde efrâdın kuvay-ı zâtiyelerine
ihtiyaç yok mudur, hükümet efrâdın mümessili
olmakla beraber cây-i sualdir? Şüphesiz hükûmet bir
yeri isti’mâr fikriyle işgal edince memleketin âsâr-ı
medenîyesini oralara nakle ve oralardan bazı
menfaatler temînine hâdim efrâda kat’iyen muhtaçdır.
Bu yeni memleketlere, efrâdından ne kadar çok muhâceret
ettirebilirse o kadar çok istifâde eder. Onun için hükûmetler
efrâd-ı ahalisinden müsta’merâta gidenlerine bazı
imtiyazlar bahşetmişlerdir. Fakat teessüf olunur ki,
kolon (Colons) namı verilen bu Avrupalılar ekseriya
memleketlerinde bir işe yarayamamış, temîn-i hayat
edememiş kimselerdir. Daha evvelce biraz söylediğimiz
gibi, gittikleri iptidâî akvâm arasında
memleketlerinin icabât-ı medenîyesini neşr ve
ta’mime, insanlık, âlicenaplı’k telkînine fıtratları
esasen müsait değildir. Tehlike-i hayat içinde
titreyerek memleketlerini terkeden kolonlar buralara
gelince ve biraz hayat, biraz refah görünce bütün müsta’mereyi
kendi mâlikâneleri addederler, imtiyazlarını sû-i
isti’mâl ile biraz servet sahibi olan yerlileri
mahvetmek isterler; ekseriya içlerinde yerlilere karşı
bir haset, bir kin ve garaz vardır ki, kolaylıkla
kabil-i intifâ değildir. Sonra, asıl memleketlerinde
tatbik olunan kanunların, iyi-fena her türlü müessesât
ve adâtın buralarda olmasını isterler. Halbuki, bütün
bu haller iptidâî bir memleketin izmihlâlini intaç
eder. Böyle kolonlar tarafından idare ve hükûmet
olunan bir memlekette az zaman zarfında müthiş bir
buhran, bir akamet baş gösterir. Bâhusus yine yukarıda
zikr ettiğimiz vecihle yerli ahalinin her türlü
hukuk-u medenîyeden mahrûmiyeti memlekette çalışacak
kuvvet bırakmaz.
Demek oluyor ki, hükûmetlerin teşebbüsât
isti’mâriyelerinde efrâdın kuvay-ı zâtiyelerine
ihtiyaç olmakla beraber kolon suretinde bir mevki-i
mahsus sahibi olan bu efrâdı umûr-u şâmile-i hükûmete
müdâhale ettirmek, bir kolon hükûmeti tesis etmek,
memleketin hayat-ı müstakbelesi itibâriyle hiç doğru
değildir. Hükûmetin bu yeni memlekete bayrağı altında
getireceği efrâd-ı ahali birer müteşebbis, orada
bulunan yerliler için birer nümûne-i faaliyet
olacaklar ve yerlilerin faaliyetlerinden sûret-i meşrûada:
Onlara iş öğretip kefâf-ı hayatlarına yetecek maaş
temîniyle istifade edeceklerdir. Şu halde bu muhâcir
ahalinin yerlilere bir nüfûz-u âmiriyet ve vesâyetleri
olmak tabîidir. Fakat Hükûmetin velâyet-i âmmesi
vardır. Hükûmetin bu yeni memleketlerde zirâi, sınai,
ticarî bir siyaset-i iktisadiyesi ve bir siyaset-i içtimâiyesi
olmak lâzımdır. Böyle yeni girilen, henüz
bilinemeyen muâır-ı iptidâiye-i beşeriyede en büyük
vazîfe hükümete taalluk eder. Hükûmet hakk-ı velâyetini
bütün vüs’ati ile istimâl etmelidir.
Hükûmetin muhâcirlere karşı vaziyeti: (1) Bir
kere çalışkan ve müsta’mereye göre iyi çiftçi
ve sanatkâr anâsırı muhâcerete teşvik (2) Muhâceretten
sonra bunları te’mîn-i refah ve servet edecek
surette arâzînin aksâm-ı muhtelifesine tevzî ve
tesbit (3) Ve nihâyet iktisab-ı servet ettikten sonra
memleketi terk etmemeleri esbâbını temindir. Çünkü,
ekseriya işe yaramaz adamların müsta’merâtda dolaşmaları
sefâletinden başka bir şey intac etmeyeceği gibi mâder-i
vatana tekrar muhâceretde muhâcirîni istihsâl-i
servette isticâle ve zikr edilen harekât ve ihtirâsât-ı
gayr-ı makbûleye sevk etmektedir.
Yerlilere gelince: Hükûmetin bunlara karşı
vaziyeti daha nâzik ve mühîmdir. İptidâî ırkların
terbiye ve temdînleri ve temîn-i saadetleri hükûmetin
takip edeceği siyasetin gayesini teşkîl edecektir. Şimdiye
kadar edilen tecrübelerin kıymet-i mahsusası vardır.
Bu gibi ırkların Avrupa medeniyetine mukavemet
edemeyerek mahv ve muzmahil olmaları hâdisâtını
etrafiyle, bütün esbâb ve netaici ile tetkik etmek lâzımdır
ki, hükûmetler zikr olunan gayeye vâsıl olacak
siyaseti tayin edebilsinler. Burada akvâm-ı iptidâîyenin
esbâb-ı terakkî ve temdinlerinden bahsedecek değiliz;
bu ulûm-u içtimâiye ve hayatîyede hallolunacak bir
muadele-i dakikadır. Ancak şunu söyleyeceğiz ki,
herhangi bir uvzîyeti mütehammil olamayacağı mevad
ile işbâ’ etmek o uzvîyeti tahrip etmek demektir.
Amerika’lı, Afrika’lı, ... iptidâî kavimleri
bugün Avrupa medeniyetîyle terbiyeye kalkışmak doğru
bir şey olamaz. Kâinata hâkim bir tedric kanununun
mevcudiyetini inkâr etmemelidir. Avrupa adât ve müessesâtının
bu iptidâi muhitlere sevkiyle esasen mevcut olan nisbî
bir nizâmı ihlâl etmek terakkîyi bir kat daha tehîr
eder. İptidâi kavimlerin hürmet ettikleri anâsır ve
müessesât vardır. Bu anâsır ve müessesâta onlarla
beraber hürmet etmelidir ki, bu gibi akvâm arasında
nizâmı temin edecek başka fikirler henüz intişâr
etmemiştir. Ogüst Kont’un dediği gibi ulûmun bir
metafizik (mâfevku’t tabîa) devri olduğu gibi efkârın
da, hatta medenî kıt’alarda, bir metafizik devri
vardır. Şu halde Otokton veya Patagonları bazı anâsır-ı
fikrîyeye müstenit müessesât-ı medenîye ile ve
meselâ bir Fransız Kod Sivili (Code Civil - Medenî
Kanun) ile hemen idareye kalkışmak ne büyük bir
hatadır! Bu fikri daha müterakkî insanlara bile -hele
bizim memleketimizde câbecâ- tatbik edebilirsiniz.
Şu halde yeni keşfedilen, yeni gidilen iptidâî
memleketlerdeki insanları iyi idare edebilmek için ilk
yapılacak şey: Manzûme-i manevîye ve ahlâkiyelerini
tahlil ve ona göre nizâm-ı cemaati bir kat daha
tevsikden ibarettir, diyebiliriz.
Cihet-i maddîyelerine gelince: Hangi cins ve ırktan,
herhangi muhit ve memleketten olursa olsun insanlar ya
istihsal ve mübadele veyahut sirkat ve ganimet ile temîn-i
hayat etmişlerdir. Avrupalılar medenîyetleri kadar,
kuvay-ı tahrîbiyeleri ile de iptidâî kavimler
fevkindedir. Silahlarıyla, toplarıyla Avrupalı,
herhangi bir kavm-i iptidâîye telkîn-i hirâs eder;
onun için bu kavimlerin çalışarak istihsal ve mübadele
ile temîn-i hayatı muharebe ve ganîmet ile temîn-i
hayatdan daha kolay ve daha az tehlikeli telâkkî
etmeleri ve az zamanda hayat-ı sa’y ve amelle ülfetleri
mümkündür. Ancak bu imkânın husûlpezîr olması için
bir kere Avrupalıların bizzat gittikleri yerlerde bu
son usûl-ü iktisâba tevessül etmemeleri, az zamanda
zengin olmak için yerlileri mahv ve itlâf ve zî-kıymet
taşlarını, kemiklerini gasp ve sirkat etmeyerek âdil
ve insanîyetkâr olmaları lâzımdır. Yapılacak şey
memleket dahilinde emn ü asâyişi kat’iyen takrir ve
yerli, muhâcir.. her ferdin masûniyet-i şahsîye ve mülkîyesini
temindir.
İşte usûl-ü isti’mârın cedâvil-i esasîyesi
taayyün ediyor. Doğrudan doğruya hükûmetin idaresi
altında, sâha-ı manevîyatda: Masûniyet-i itikadîye
ve hissiyenin, diyeceğiz; sâha-ı iktisadâtda masûniyet-i
şahsîye ve mülkîyenin temîni.
Garipdir ki, Avrupalıların on sekizinci asırda
Vatikan saraylarından nez’ etmek istedikleri masûniyet-i
fikriyeye bugün bir diğer mâhiyetde bu iptidaî
kavimler arz-ı ihtiyaç etmektedirler: Bizim mukaddesât
ve mu’tekadâtımıza ilişmeyiniz; sonra yine Avrupalıların
feodalite devirlerinde ma’rûz oldukları esâret bugün
müsta’merâtda başka bir şekilde hükümfermâ
oluyor: Yerliler, bizi esir gibi kullanmayınız, biz de
malımıza sahip olabilelim, diyorlar.
En ziyade garibi, bir felsefe-i isti’mâr ile kıtaât-ı
azîmeyi livây-ı medenîyeti altına almak isteyen
Avrupa i’lâ ettiği vazîfe-i temdînin hüsn-ü tatbîki
ümit ve çarelerini yine kendinden bekliyor. Âli ve
medeni Avrupalılar hâl-i hâzırda yalnız
kendilerinden dûn oldukları için ekalîm-i
muhtelifenin evlâdı, milyonlarca ensâl-i beşeri mahkûm-u
izmihlâl ediyorlar; halbuki, mahvolanların yine
Avrupalılar, kendileri geçmiyorlar. Onun için
kaybeden: Avrupalıları da câmi’ beşeriyettir.
Tetebbuâtımıza esas olan eserler:
De la colonisation chez les peuples modernes, par P.L.
Beaulieu, 2. V.
Akvâm-ı müteahhire nezdinde isti’mâr; eser: Pol löruva
Bolyö.
Les problèmes du XXe siècle, par G. de Molinari.
Yirminci asrın meseleleri; eser: Mösyö dö Molinari.
A quoi servent les colonies par Ch. Gide
Müsta’mereler neye yarar; eser: Şarl Jid.
Principes d’Economie politique, par C. Schemoller.
İktisat-ı siyasiyenin prensipleri; eser: Şemoller
Dic. d’Econp, par L. Say et J. Chailler, etc...
İktisat-ı siyasi lûgatı; eser: Leon Se, J. Şaye
VAZİFE-İ
TEMDİN İÇİN KISA SÖZLÜK
Tıkla
NOTLAR
(1) Steppes, kaba otlak ve çalılıklarla mestûr vâhalar.
(2) Bu muhacert yerli ırkları mahvedecek neticeler de
tevlit etmiş; insaniyet nokta-ı nazarından pek şâyân-ı
dikkat mütâlaâta sebebiyet veren bu meseleyi de
ileride tetkik edeceğiz.
(3) Avrupalılar tarafından en ziyade rağbet edilen kısım,
şimâli Afrika’dır. 1901’de Cezayir’de, dört
milyon yerli ahaliden başka (364,000)i Fransız olmak
üzere, Musevî, İspanyol, İtalyan 849,807 Avrupa’lı
vardı. Yine aynı tarihde Tunus’da 40.000 Fransız, Mısır’da
üç milyona yakın ecnas-ı muhtelifden Avrupa’lı
bulunuyordu. Sudan-ı bahrî’de ve Afrikay’ı cenûbi’de
de yerlileşmiş birçok Avrupa’lı mevcuttur.
(4) Bu kısım müsta’merâta iskân müsta’mereleri
(coloneis de peupelment) denir.
(5) Bu kısım müsta’merâta iskân müsta’mereleri
(coloneis de peupelment) denir.
(6) Bu kısım müsta’merelere (Colonies
d’exploitation) istifade müsta’mereleri tesmiye
olunur.
(7) Fransızlar bir kavmin tavattun ettiği belde
dahilindeki i’mâratma (Colonisation intérieur),
haricindekine (Col extérieur) diyorlar, lisân-ı arabın
belâgatı ise bunlardan birincisinin i’mâr,
ikincisinin ise isti’mâr tâbir edilmesine müsaitdir.
Bu suretle ma’müre ve müsta’mere kelimeleri de
meydana gelmiş olur.
“Ahmet İhsan ve şürekâsı, Matbaacılık Osmanlı
Şirketi, 1328, İstanbul.
Terbiye-i İktisadiye Kütüphanesi: Numara 1.”
|