









| |
Sayfayı
yazdır
ALLAH
VE HADİSELER KARŞISINDA PEYGAMBERÂNE DURUŞ
|
- Bölüm-1 Kendini Hakk'a adayıp da Allah'a dayanan insan,
yürür
- Bölüm-2 İşte bu çerçevedeki bir sadakat erinin
sevda ölçüsünde tek bir derdi vardır
- Bölüm-3 Onun/onların bu çerçevedeki civanmertliklerine
bazen
- Bölüm-4 "Onların peygamberlere "Siz de bizim
gibi birer beşersiniz."
- Bölüm-5 Bu hususların bir bölümünü ifade sadedinde
Kur'ân,
- Bölüm-6 Bu seçkin kimselerin himmetleri öylesine yüksektir
ki,
Kendini Hakk'a adayıp da Allah'a dayanan insan,
yürür vazife ve sorumlulukları istikametinde dönüp arkasına
bakmadan. Bilir o nasıl bir kuvvete dayandığını ve
kimin hesabına hareket ettiğini. Emindir hedefinden, yürüdüğü
yolun doğruluğundan ve yol boyu bir lâhza olsun yalnız bırakılmadığından/bırakılmayacağından.
Bu itibarla da o, hiç mi hiç fikrî, hissî dağınıklığa
düşmez, teşevvüş ve tereddüt yaşamaz; mükellefiyetlerini
derin bir şuur ve hassasiyetle yerine getirmeye bakar; sonra da ciddî bir
iç huzuruyla neticeyi Allah'tan beklemeye koyulur; koyulur ve şe'n-i Rubûbiyet'in
gereklerine karışmamaya fevkalâde özen göstererek hareket ve
faaliyetlerini sadece ve sadece Hak hoşnutluğuna bağlar. O'nun rızasını
"olmazsa olmaz" bir esas kabul ederek elinden geldiğince bunun dışındaki
bütün değerlere karşı kapanır ve sürekli nefsinin
isteklerinden uzak durmaya çalışır. Bir gün gidip yollar bütünüyle
sarpa sarınca ve ufuklar kararıp her yanda telâş ve endişe
uğultuları duyulunca da, ne yürüdüğü yola kahreder, ne
panikler, ne de geriye döner; "Hakk'a dayanır, sa'ye sarılır,
tevfîke râm olur." ve Hz. Nuh gibi "Yâ Rab yenik düştüm;
nusretinle teyit et." der ve bütün samimiyetiyle O'nun hıfzına,
riâyetine sığınır ve O'nun lütfedeceği çıkış
anını ve çıkış noktasını beklemeye koyulur.
Hak yolunda bulunmak, herkese Hakk'ı anlatıp
Hakk'ı duyurmak ve yoldakilere yol âdâbıyla alâkalı
rehberlikte bulunmak bir ibadet olduğu gibi her şeyi Allah'tan
beklemek, beklenmesi gereken hususlarda zamanın çıldırtıcılığına
karşı dişini sıkıp sabretmek de bir ibadettir. İnsan
bazen, daha ilk hamle, ilk hareket ve ilk şahlanışta hemen tevfîke
mazhar olur ve aradığını bulur. Bazen de bir ömür boyu küheylân
gibi koşar durur da görünürde hiçbir şey elde edemez. Ne var ki o
da sonuçta sabrıyla, ikdâmıyla ve niyetiyle kurtulur...
Bazen dünyevî hâdiseler ve dünyalılar yol
vermezler insana; bazen de başa gelenler, altından kalkılmayacak
şekilde çetin cereyan eder; eder de yıllar hep Muharrem gibi gelir geçer
ve yollar gider Kerbelâ'ya takılır. Ne var ki, Hak'tan fermanlı
gönüller, görüp duydukları bu şeyler karşısında ne
sarsılır ne sendeler ne de tereddüde düşerler. Her hâdiseyi müteâl
iradenin bir muamelesi kabul ederek, başa gelenleri imtihan sayar,
imtihanları tevekkül ve teslimiyetle göğüsler, yolunu kesen töre
bilmezlere insanlık dersi verir, her hareket ve davranışını
ötelerden gelen emirlere uyma inceliğiyle değerlendirir; bir gözü
kendi tavırlarında diğeri o müteal kapının aralığında
yürür himmetini dağıtmadan yücelerden yüce hedefine doğru -Hak
rızası olan o hedefe canlarımız kurban olsun- ve hayallerini
bile her zaman pâk tutar ağyar düşüncesinden.
İşte bu çerçevedeki bir sadakat erinin
sevda ölçüsünde tek bir derdi vardır; o da, herkesin Allah'ı bulup
O'na yönelmesi, değişik kulluklardan kurtulup sadece O'nun bendesi
olması.. dur-durak bilmeden dolaşır çarşı-pazar ve
sesi-soluğu gönlüne tercüman, bozulmamış her vicdanın
kabulüne açık bir üslûpla sürekli inler durur; inler durur ve önüne
gelen herkese: "Vatandaşlarım, gelin yalnız Allah'a ibadet
edin; edin ki sizin O'ndan başka ilâhınız yoktur. Bunu yapmazsanız
müthiş bir günün azabının gelip tepenize ineceğinden
korkarım." (A'râf, 7/56) (Bu iniltiler Nuh Nebi'ye ait nevhalardan
sadece bazıları..); "Ey kavmim, sadece ve sadece Allah'a kullukta
bulunun; sizin O'ndan başka bir mâbudunuz yoktur. Hâlâ O'na karşı
gelmekten sakınmayacak mısınız?" (A'râf, 7/65) (Bunlar
da Hûd Peygamber'in çığlıkları..); "Ben size gönderilmiş
güvenilir bir elçiyim; şimdi Allah'a karşı gelmekten sakının
da beni dinleyin! Ben bu hizmetimden ötürü de sizden herhangi bir ücret
istemiyorum. Benim ücretimi verecek olan Rabbü'l-âlemin'dir." (Şuarâ,
26/107-109) (Bu samimî ifadeler de o adanmış ruhların müşterek
beyanı..) der, her zaman gönlünün nağmelerini duyurur ya da
duyuranların yardımına koşar; koşar da: "Ey kavmim,
uyun o elçilere, uyun ki, hizmetleri karşılığında
sizden bir ücret istemiyorlar ve kendileri de dosdoğru bir yoldalar. Hem
ne oluyor ki bana? İbadet etmeyeyim o beni yaratana? Ve zaten hepimizin dönüşü
de O'na. Ben, Cenâb-ı Hak dilemeyince, hiçbir zarar vermeyecek olan ve
şefaatleri de bir işe yaramayan, nihayet beni kurtaramayan kimseleri mâbut
edinir miyim?. Edinirsem, o zaman apaçık bir sapıklık içindeyim
demektir. Şimdi iyi dinleyin; ben o herkesin Rabbi Rabbimize iman ediyorum."
der ve ardından ona "Haydi buyur Cennet'e." fermanı gelir (şehit
edilir). O ise (derin bir civanmertlik hissiyle) "Âh keşke halkım,
Rabbimin beni affedip ikramlara mazhar kıldığını
bilselerdi!" (Yâsin, 36/20-26) şeklinde mırıldanarak, Allah
ve onlar karşısında tavır ve duruşunu ortaya koyar (Gökte
meleklerin soluklarına denk bu gönül çığlıkları da,
menkıbelerin "Habibüneccâr" diye naklettiği koçyiğite
ait). Bir de firavun hanedanı içinde meçhul mü'min vardır ki, ben
onun o gürül gürül sesini ne zaman duysam yüreğim hoplar. Bu aslan yürekli
yiğit: "Ne o, yoksa bir insan (Musa Aleyhisselâm) Rabbim Allah'tır
dediği için onu öldürecek misiniz?" (Mü'min, 40/28) diye söze başlar..
en beliğ nasihatlarla insanî duygu ve düşünceler üzerinde sûr
sesi gibi tesir icra edecek beyanlarda bulunur.. sînelere haşyet salar..
bazı ruhlar üzerinde korkunç bir ürperti, bazıları üzerinde
de inşirah hasıl eder.. ve sonra da söylemesi gerekli en önemli
hususu yiğitçe haykırır: "Şüphesiz, sizin beni
tapmaya çağırdığınız putların, böyle bir çağrıya
değer hiçbir yanları yoktur. Hepimizin dönüşü Allah'adır
(ve o gün) haddi aşan mütecavizler cehennemi boylayacaktır. Zamanı
gelince benim bu söylediklerimi hatırlayacaksınız. Artık
ben şimdilik işimi Allah'a havale ediyorum; şüphesiz Allah
kullarını görüp gözetendir." (Mü'min, 40/43-44) ifadeleriyle
de sözlerini noktalar.
Onun/onların bu çerçevedeki civanmertliklerine
bazen dalâlet ve sefahet diyen, bazen onları yurtlarından yuvalarından
çıkarma ile korkutan, bazen intisap edenlerin ellerini, ayaklarını
kesme tehdidinde bulunan, bazen inananları toptan hor ve hakir gören,
bazen nebilerin peygamberâne tavırlarını putlar tarafından
çarpılmaya bağlayan, bazen bu mürşitleri taşa tutacaklarından
söz eden ve hemen her zaman "Siz de bizim gibi birer insansınız.."
diyerek onları hafife alan olabildiğine azgın, küstah, saygısız,
mağrur ve bencil o kin, nefret, öfke yığınlarına karşı
bu azim ve irade insanları hep kararlı davranmış ve gürül
gürül konuşmuşlardır: "Ey kavmim, eğer aranızda
bulunmam ve Allah'ın âyetlerini hatırlatmam size ağır
geliyorsa, bilmiş olun ki ben yalnız Allah'a güvenip dayanmışım.
Şimdi siz, Allah'a ortak koştuğunuz bütün putlarınızı
da toplayıp bir karar birliğine varın (varın da, yapmak
isteyip yapamadığınız) şeyler içinize dert olmasın..
sonra da aman vermeyin bana, ne yapacaksanız yapınız." (Yûnus,
10/71) (Bu duruş ve bu gürül gürül ses Tufan Peygamberi'ne ait..);
"Allah bizi, sizin o bâtıl ve sapık anlayışınızdan
kurtardıktan sonra, kalkar da tekrar sizin o çarpık tefekkürlerinize
dönersek, Allah'a karşı apaçık bir iftira yolunu seçmiş
oluruz. Allah göstermesin, böyle bir şeyi yapmamız asla söz konusu
değildir. Biz yalnız Allah'a güvenir, Allah'a dayanırız.
Şimdi ey Rabbimiz, Sen bizimle kavmimiz arasındaki problemi çöz;
hakkı izhar buyur. Sen problemleri en iyi çözensin." (A'râf, 7/89)
(Bu meydan okuyuş da nebiler hatibi Şuayb Peygamber'den..); "Ben
Allah'ı şahit tutuyorum, siz de şahit olunuz ki ben sizin Allah'a
eş-ortak koşageldiğiniz putların hiçbirini tanımıyorum.
Şimdi hepiniz birden, hem de hiç göz açtırmadan bana ne isterseniz
yapınız. Ben, sizin de, benim de Rabbim olan Allah'a güvenip dayandım."
(Hûd, 11/54-56) (Bunlar da Hûd Nebi'nin tavırlarını aksettiren
beyanlar); "Ey kavmim, şimdi eğer ben Rabbim'den gelmiş
delillere dayanıyorsam; O da nezdinden bana güzel bir rızık ve
nasip lütfetmişse, (sizin dediğiniz gibi davranırsam) O'na nankörlük
etmiş olmam mı? Hem ben sizi nehyettiğim konularda (sözlerime)
muhalif hareket etmeyi de düşünmüyorum. (Aslında) benim istediğim
bir tek şey var o da, gücüm yettiğince toplumu ıslah etmektir.
(Bu konuda) muvaffak kılacak da yalnız Allah'tır. Onun için ben
de yalnız O'na dayanıyor ve O'na yöneliyorum." (Hûd, 11/88) (Bu
da Şuayb Peygamber'den belâgat örneği bir ikaz..);
"Onların peygamberlere "Siz de bizim
gibi birer beşersiniz." demelerine karşılık, onlar da:
"Evet (dediler), biz de sizin gibi beşerden başka bir şey değiliz;
ne var ki Allah, peygamberlik nimetini kullarından dilediğine ihsan
eder. Biz, Allah'ın izni olmayınca bir harika gösteremez ve bir
mucize de izhar edemeyiz. (Bizim gibi) iman edenler sadece Allah'a dayanıp
O'na güvenirler. Hem biz, neden Allah'a tevekkül etmeyelim ki, yürüdüğümüz
bu doğru yolu bize O gösterdi. Öyle ise biz de, sizin vereceğiniz
her türlü sıkıntıya sabredip katlanacağız. Zaten,
tevekkül edenler yalnız Allah'a tevekkül ederler." (İbrahim,
14/11-12) (Bu da, Nuh, Hûd, Salih gibi yüce nebilerin o ülü'l-azmâne duruşlarından
bir kesit). İş bütün bütün tahammül-fersâ bir hâl alınca,
bu defa da bütün benliğiyle Allah'a yönelir ve: "Ey Yüce Rabbimiz,
biz yalnız Sana güvenip Sana dayandık. Bütün ruh-u cânımızla
Sana yöneldik ve sonunda Senin huzuruna varacağız. Ey Ulu Rabbimiz,
bizi kâfirlerin imtihanına mâruz bırakma, affet bizi; Sen Azîz ve
Hakîm'sin." (Mümtehine, 60/4-5) (Bunlar da peygamberler babası Hz.
İbrahim'den yoldakilere bir demet teslimiyet mesajı).
Aslında, iradeleri sağlam, duruşları
da yerinde bu gönül insanlarının hemen bütünü hep aynı
hedefi kollamış, aynı çizgide hareket etmiş ve aynı değerlere
saygı duymuşlardır. Onların duygu, düşünce ve davranışlarında
hep aynı şeyler nümâyan, mesajlarında da aynı dava ve
davet birliği göze çarpmaktadır. Ayrı ayrı devir ve ayrı
ayrı coğrafyalarda neş'et etmiş olmalarına rağmen,
hemen hepsinin de aynı misyonun temsilcileri olduğu açıkça müşahede
edilmektedir. Bunların en bariz özellikleri ise, hemen bütün
faaliyetlerini Allah'ın rızasına bağlı götürmeleri, mücadelelerinde
sadece ve sadece O'nun kudret ve inayetine dayanmaları ve O'nun sıyanetine
sığınarak O'nun namına hareket etmeleridir.
Bu kudsîlerin asıl vazifelerine gelince, o da
insanları küfür ve dalâlet karanlıklarından kurtararak imanın
aydınlığına çıkarmak, ruhları uyararak gönüllere
Hakk'ı duyurmak, eşyanın perde önü ve perde arkasını
olduğu gibi göstererek dimağlardaki şüphe ve tereddütleri
gidermek, varlığın yüzüne nurlar saçarak onun bir kitap gibi
okunmasını, bir meşher gibi temâşâ edilmesini sağlamak,
bir sanat eseri olarak onu yorumlayıp resmetmek, sonra da çağın
idrak ufkuna göre seslendirmek ve bu fâni güzergâhı, bâki âlemlerin
bir basamağı, bir köprüsü, bir mezraası, bir pazarı hâline
getirmektir.
Bu hususların bir bölümünü ifade sadedinde
Kur'ân, Efendiler Efendisi'ne: "Bu Kur'ân, Rabbinin izniyle insanları,
karanlıklardan nura çıkarman ve o üstün kudret sahibi olan, her
icraâtıyla övgüye lâyık bulunan Allah yoluna iletmen için sana
indirdiğimiz bir kitaptır." (İbrahim, 14/1) ferman etmekte
ve bize peygamberlik misyonunun bir çerçevesini sunmaktadır. Bu konuda
Efendimiz yalnız da değildir; Hz. Âdem'den Hz. Musa'ya, O'ndan da Hz.
İsa'ya kadar hemen her nebi aynı hizmeti görmüşlerdir. Kur'ân
aynı sûrede mevzuu Hz. Musa'ya bağlayarak şöyle buyurur: "Doğrusu
Biz, milletini karanlıklardan aydınlığa çıkarsın
ve onlara Allah'ın (gelecekteki farklı ve önemli) günlerini hatırlatsın
diye Musa'yı da âyetlerimizle gönderdik." (İbrahim, 14/5)
Gerçi, çok ciddî bir sorumluluk duygusu, sarsılmaz
bir irade ve sağlam bir karakter isteyen bu yüce misyonun temsilcileri de
tıpkı bizim gibi birer beşerdirler; ama azimli, imanlı,
olabildiğine doğru; son derece emin, vazifelerinin şuurunda, Hak
rızası konusunda fevkalâde hırslı, günahlara karşı
her zaman dimdik ve kararlı ve insanları doğru yola çağırmayı
da tutku şeklinde yaşayan farklı birer beşerdirler..
dur-durak bilmeden "irşad" der koşar, her zaman vazifelerini
derin bir iştiyakla yerine getirir, bıkma, usanma nedir bilmez,
sorumluluklarını fevkalâde bir hassasiyetle yerine getirmenin yanında,
kat'iyen şe'n-i Rubûbiyet'in gereklerine karışmaz; neticenin
hesabıyla asla meşgul olmaz, sadece ve sadece Rabbin teveccühünü
beklerler. Hidayeti de, dalâleti de Allah'tan bilir -şart-ı âdî plânında
iradenin müessiriyeti mahfuz- fermanın O'na ait olduğunu itiraf eder,
O'nun hükmüne ve kazasına bin can ile inkıyatta bulunurlar. Bunlar,
şer'î ve tenzilî hususlara olabildiğince riayetin yanında,
tekvinî emirleri görüp gözetmede de fevkalâde titiz davranırlar.
Bunların; hem Kur'ân, hem kâinat, hem muhatapları hem de Rabbileri
karşısında olabildiğine sağlam ve tutarlı bir duruşları
vardır; bu duruş, fevkalâde "ülü'l-azmâne" ve seçkinlere
has bir duruştur.
Bu seçkin kimselerin himmetleri öylesine yüksektir
ki, ne elde ettikleriyle yetinirler, ne de kaçırdıkları fırsatlarla
ye'se düşer ve paniğe kapılırlar. Başarılarını
Allah'tan bilir, falsolarını nefislerine verir, her zaman düz durur
ve devrilmemeye çalışırlar. Ezkaza bir sarsılma söz konusu
olursa, hemen doğrulur ve yollarına devam ederler. Ne dünyevî imkânlardan
kazandıklarıyla aşırı sevinip çılgınlığa
girer, ne de kaçırdıkları imkânlardan ötürü tasa ve keder yaşarlar.
Bütün mazhariyetlerini Hak'tan bilir ve bir yandan imtihan ediliyor
olabilecekleri mülâhazasıyla tir tir titrerken, diğer yandan da bütün
iyilikleri, güzellikleri O'na bağlayarak, O'nun huzur-u mehabetinde her
zaman saygıyla iki büklüm bulunurlar. Onların bu sağlam duruşları
karşısında da Allah, bu seçkinlerden seçkin kimseleri asla yalnız
bırakmaz; onları dünyada nusretiyle teyit ederek "yeryüzü
mirasçıları" olmakla şereflendirir; ahirette de "Cennetü'l-Firdevs"in
vârisleri kılar. İşte şahidi: "Şu bir gerçektir
ki Biz, zikirden (Tevrat) sonra Zebur'da da: "Dünyaya salih kullarım
vâris olacak" (ve dünya onların rengine boyanacaktır şeklinde)
yazdık." (Enbiya, 21/105); "İşte gerçek mirasçılar
bunlardır.. ve bunlar Firdevs cennetlerinde ebedî kalacak olanlardır."
(Mü'minûn, 23/10-11)
Bu yüce kâmetlerin iç dinamikleri ve misyonlarının
çerçevesi ayrı bir makaleye konu teşkil edecek kadar geniş olduğundan
ve müstakillen tahlil edilmesi gerektiğinden konuyu şimdilik burada
noktalamak istiyorum.
Güncelleme: Şubat 18, 2001
.
|