GEÇMİŞ VE GELECEK
Oğuz Atay'ın "Tutunamayanlar" romanından sonra bu söz . köksüzlüğü ,
kimlik bunalımını, insanın kendini kurma yolunda çabayı anlatmak için çok
kunlanılır oldu.
Ülkemizin Batılılaşma yolunda attığı adımlar , geçmişin inkarı ,
Doğu-Batı sentezi denemeleri , hayatın her alanında bir tedirginlik , bir
oturmamışlık ve bundan doğan köksüzlük bunalımı vücuda getirdi.
Buna bir şu kadar yıldan beri fırtınası altında bunaldığımız şehirleşme
sürecini de eklemeliyiz.
İnsanlara musallat olan "boşluk duygusu" pek çok sebep ile birlikte , bir
nebzede ayağını basabileceği sağlam bir toprak bulamamaktan ileri geliyor. Bu toprak
inanç, dünya görüşü , fikir ve sanat alanında algılanacağı gibi , bütün
bunların şekil verdiği reel hayat planında da algılanabilir.
Bir yerde durmak , bir istinada dayanmak , bazı unsurlardan güç almak ve neticede bir
" aidiyet" duygusuna ulaşmak ihtiyacındayız.yurt kavramının getirdiği
güvenlik ile yersiz-yurtsuz kavramının getirdiği endişe, bu kıyasta bize yardımcı
olabilir.
Hatıralar ve hafıza bize bir yurtluktur ; sanayileşme ve şehirleşme dışında
geçmişine sürekli sünger çekilen bir hafıza neleri barındıra bilir. Yıkıntılar
arasında bize sadece bir "yıkılmışlık" duygusu eşlik edebilir.
Oysa kimselere benzemeyen , biricik olan ve şahsiyetimizi oluşturan kilmik,
yukarıdan beri saya geldiğimiz geçmişin, ondan hız alamsı beklenen geleceğin
bileşkesidir.
Ne yazık ki Türkiye'de her ferdin yakın maziden çıkıp geldiği nokta sisler
arasında her geçengün belirsizleştirmektedir.
Daha dün lülesinden su içtiğimiz çeşme , gölgesinde oturduğumuz ağaç ,
üzerinden geçip gittiğimiz Arnavut kaldırımı , göz açıp kapayıncaya kadar yok
olup gitmiştir.
Baba evi yıkılmış , top koşturduğumuz arsaya apartmanalr tünemiş, dalından
düşüp kolumuzu kırdığımız dut ağacı kesilmiş ve yaz günleri girip
yüzdüğümüz yeşil ırmak simsiya suya dönüşmüştür.
Bir gün ansızın baba ocağına döneriz.
Ora'yı, bizi yapan unsurların teşkil ettiği binayı boşu boşuna arar dururuz. sonra
tarifsiz kederler içinde boynumuzu bükerek alelade, kimliksiz ve kişliksiz yaşama
ortamınına geri döneriz.
Bu ortam tek tip insan, tek tip yiyecek, tek tip düşünce, tek tip üretim ve tek
tip tüketim üzerine bina edilmiştir. planları ve uygulamaları başka diyarlarda test
edilmiştir. Bize ithal ve lanse edilmiştir. Elimiz kolumuz bağlı olarak bize sunulan
konforu kaçırmamaya çalışırız. Yeni bir otomobilin eskisinden farklı yanları
sürekli reklam edilip durur. Yeni detarjanın yeni formülü eskisini bir köşeye
fırlatır. Eski çoraplarımızı atarız, eski mobilyalarımızı kaldırırız, eski
evimizi gözümüzü kırpmadan yıkarız.
Geçmişi yakmak bize nasıl bir gelecek müjdelemektedir ?
Geçmişi kendimiz mi, kendi kararımız mı yıktırıyor ?
Değişme ve yenileşme nedir, hangi yönde doğrudur ?
Biz ne zamandan beri böyle yıkıp,
yeniden yapıyoruz yuvamızı ?
Bütün bunların farkında olmayız. Olamayız çünkü böyle bir donanım için fırsat
tanınmammıştır. Neden vazgeçip, neye talip olduğumuzu tam manası ile idrak
edememişizdir. Yıkıcılık kınanır, yapıcılık yüzeltir; yeni eskiyi her zaman
yener.
Peki sabit kalan nedir? sabit kalması gereken nedir ? Bize kök olan, bizi
durduğumuz yerde durduran; yürüdüğümüz yerde yürürten nedir ? İşte bütün
bunlar su üzerine yazılan yazı gibi gelir geçer. Hiçbir yerde tutunamayız, kendimiz
olamayız sadece tabii oluruz.