ABD karşıtlığı ve küresel tepkinin olası limitleri

*Müzik
*Eskrim
*Liberal Politik
*Bilgisayar köşesi
*Anti-dernekler
*Edebiyat Sayfaları
   *Kitap, kitaplar...
   *SerbestÇizgi
   *Seçme Yazılar
   *Fıkralar
   *Yazı ve Öykülerim

*O'na Dair...
*Bana Dair...
*Siteye Dair...
*Seyahatname

Özür

ANASAYFA

 

     ABD tarihin tanıdığı en büyük silahlı güç olarak BM’den vize çıkmasa bile Irak’a saldırı hazırlıkları yapıyor. Bush yönetiminin çizdiği tabloya göre 11 Eylül sonrası konjonktür dünyanın küresel terör tehlikesinden kurtarılmasını gerektiriyor ve işe “serseri devlet” tabir edilenlerden Irak’ın rejimi ve yöneticisi Saddam’dan başlanmalı. ABD, bu amaç için savaşı bir zorunluluk olarak görüyor. Fakat 14 Şubat tarihli sonuncusu dahil BM silah denetçilerinin raporları Irak’ı küresel bir tehlike olarak görmüyor, bu yüzden ABD’nin gerekçeleri inandırıcı değil.Çünkü Rus ve Fransızlar bugün Irak petrolü üzerinde ABD’den daha etkinler ve bir çok kişiye ABD’nin Irak petrolünün peşinde olduğu düşüncesi daha mantıklı geliyor. Sebep ne olursa olsun ABD kararlı ve gerekirse BM ve NATO’nun ayak diremesine karşın kendi gerekçelerine dayanarak bu savaşı yapacağını açıkladı, ve ABD başarırsa Irak’ın sadece başlangıç olacağı biliniyor. Peki uluslararası kabul görmeyen bir savaşın sonuçları ne olur?

     Bir zamanlar tüm Ortadoğu’nun egemeni Osmanlı devleti “ıslak topraklarda” gözü olan İngiltere’yi oyalamak için onun rakiplerinin elini güçlendirmek istemiş ve Almanlara petrol üzerinde bazı imtiyazlar tanımıştı. Bu strateji Osmanlı vakit kazandırdı kazandırmasına, ama artan gerginlikler, Almanya ve İngiltere’yi beraberlerindeki ülkelerle Ortadoğu petrolleri uğruna bir dünya savaşına sürükledi. Savaşı İngiltere kazandı ve Almanlara destek çıkan, fakat savaş sonunda işgale uğrayıp dağılan Osmanlı devletinin Anadolu’daki mirasçısı Türkiye sadece “kuru toprakları” kurtarabildi. Petrol bölgeleri ise “bağımsız” kukla yönetimlere devredilmişti. SSCB’nin kuruluşu ve soğuk savaş gibi yeni değişkenlerin araya girmesiyle dengeler 20. yüzyılın uzun bir dönemi boyunca değişti, fakat soğuk savaş sonunda SSCB öncesine geri dönülmesiyle, bir anlamda maçın ikinci yarısı kaldığı yerden başlamış oldu. Değişen amaçlar değil sadece bazı oyunculardı. İngiltere, kendi takımının kaptanlığını artık kader ortağı ABD’ye bırakmıştı. Rakip takım kaptanı Almanya, ilk yarıda İngiltere takımında oynayan Fransa’yı yanına çekmişti ve ikisi kıta Avrupa’sı geleneğinde bir Avrupa Birliği’ni kurmak üzerelerdi. Osmanlı mirasçısı Türkiye ise top dolaştırsa bile kerhen yanında yer alacağı tarafı seçmişti, tabii ilk yarıdaki güç dengesinden ders almış olarak.

     Bazı uzmanlar savaşın, ABD’nin Saddam karşısındaki “kamu hizmeti” nev’inden gördükleri muhtemel zaferi küresel teröre karşı kazanılmış saymaktadırlar. Bu fazla iyimser görüş savaş karşıtı tepkilerin girift sonuçlarını hesaba katmamaktadır ve yanıltıcıdır. Çünkü ABD, SSCB sonrası dönemde soyunduğu jandarmalık görevini artık abarttığı ve bir tür patronaja dönüştürdüğü izlenimini vermektedir. Daha kötüsü ABD’nin artık bunu saklama gereği de duymamasıdır. Tüm dünyada ABD etkisiyle sevk edilmiş BM güçlerini ya da ABD askerinin varlığını bir an için unutsak bile daha geçenlerde günlük bir gazetede ufak bir haber olarak geçildi ABD’nin bir ülkedeki rejim karşıtı lobi faaliyetlerini desteklemek için ayırdığı fonun miktarına ilişkin ABD Senatosunun kararı. ABD’nin Iraklı muhalifleri Macaristan’da bizzat yetiştirdiği haberini de gene gazetelerden okuyabildik. ABD’nin değişik sebeplerle savaşa tutuştuğu tüm ülkelere savaş sonrası “yeniden yapılandırma” hizmeti vermesi tabii örnek bir davranış, fakat bu “ihtimam” insanı şaşırtıyor doğrusu.

     ABD’nin Irak savaşından sonra kural tanımaz emperyal bir güç olarak dünya sahnesine çıkması bir çok insan için endişe kaynağıdır. Zira ABD, manevralarıyla şimdiden BM ve NATO’yu yıpratmış, hatta AB’nin bile çatırdamasına sebep olmuştur. ABD’nin, gireceği savaş için dünyaya ödettiği bu bedeller sonucunda kısa vadede belki  bir düzen kurulup barış sağlanacaktır. Fakat ABD istese de istemese de savaş sürecinde Almanya ve Fransa dahil dünyadaki tüm zihinlerin hırpalanıp yıpranması bir yana, “yaşlı ve hantal” Avrupa’ya “patronun kim olduğu” da belletilmiş olacak, otoritesiz BM, NATO gibi birlikler belki de anlamlarını kaybedeceklerdir. Verilen tepkilerin bir kısmı sadece Irak savaşının değil bu endişenin de ürünüdür.

     Bu endişe ABD’ye duyulan güveni zedeler. Çünkü düne kadar demokratik dünyanın  hayranlıkla örnek aldığı “özgürlükler ülkesi”nin ortaya bir patronaj koymaya çalışması önce hayal kırıklığı sonrasında da geri kalmış ülkelerden başlayacak küresel bir muhalefete yol açabilir. Oysa değil ABD, diktatörlükler bile ayakta kalmalarını ülke içinde yaydıkları ideolojik perspektiflerin yardımıyla vatandaşlarının gözünde kazandıkları saygı halesine borçludurlar. Sadece silah gücüne dayanarak kabul ettirilecek bir hegemonya ancak daha etkin bir silahlı güç ortaya çıkana kadar sürer. Geleceğin süper güç devletleri yükselirken vakit geçirmeden tüm petrol kaynaklarının kontrolünü şaibeli yollarla elde etmeye çalışmak ABD’ye kısa bir hegemonik güç kazandırabilir, fakat ABD muhtemel rakipleri olan tüm bloklardaki irili ufaklı tüm devletlerin elindeki tüm silahların gittiği yerleri tek tek denetleyebileceğini düşünüyorsa ilkokullarında silahla dehşet saçan öğrencileri önlemekten aciz bir ülke için fazla iddialı demektir. Üstelik elim 11 Eylül trajedisi de göstermiştir ki uçak kaçırmaktan anlayan birkaç kişi tüm ABD’nin güvenlik sistemini akıldışı bir yoldan çökertebiliyor. Kısacası kendi canini feda eden birileri varsa bir devlet terörle başa çıkamayabilir ve böyle teröristler bir devlete (adi Irak olsun ya da olmasın) kapılanmak zorunda da değildirler.

     Post modern çağın terörde çığır açan bu eyleminden sonra ABD’nin demir yumruğa başvurması pekala ters tepebilir, hatta küçük bir ihtimal olmakla birlikte terör karşısında sadece ABD’nin değil “devlet” kavramının kendisinin bile fonksiyonsuzlaşması gelebilir. 1980 12 Eylül’ü öncesindeki sokağa çıkmaktan korkulan günleri hatırlayan bir toplum olarak devletin nasıl aciz kalabileceğini iyi bilmemiz gerekir. Kimin kendisine başka bir ülkede verilen özel uçakla bir başka ABD gökdelenini hedef almayacağını iddia edebiliriz ki? Ya da eğer dünya ticaret merkezine çarpan uçakların yerini viyadüklerden aşağı uçan otobüsler, kolonları gece yarısı dinamitlenmiş yüksek beton konutlar alırsa, ya da birileri eline taramalıyı alıp otobüs duraklarında kurşun saçarsa bunu ABD nasıl engelleyebilir? Güzellik ve örnek olmak, mesela İslam dünyasında prestij kazanmak için İsrail-Filistin sorununu çözmek yerine savaş, hizaya getirme ve patronaj ilişkileri kurmak, uluslar arası kabul görmeyen bahanelerle savaşlar açmak... Küresel terör azgelişmişlikten beslenecek ve artık daha güçlü anti-Amerikan havanın yardımıyla neden azmasın ki? Mad Max filmlerindekine benzer anarşik bir dünya gerçekleşmese bile teröristlere uygun mağaraları olan dağlar, çöller mi azalacak, yoksa teröre ideolojik zemin hazırlayan düşünsel, etnik ya da ekonomik farklılıklar mı yok olacak?

     Maalesef artık yapılabilecekler az. ABD’nin engellemeler sonucu çekilmesi bir geri adım olacaktır, ve o zaman önce ABD’nin milli “karizması çizilir”, sonra da Bush seçimi kaybeder. Bu yüzden diplomasiyle ABD’nin sadece “önünü kesmek” işe yaramıyor, eğer varsa ABD’ye ”zafer tatmini yaşatacak” bir sonuç bulunamazsa ABD savaştan Bush istese bile dönemez artık.

     2004 ABD başkanlık seçimlerini bu rüzgarla Bush kazanabilir belki, fakat eğer o seçimde bütün dünya oy kullanacak olsaydı (ki küresel polisliğe bu kadar meraklı iseler bu demokratik bir hak olabilir mi, düşünmeye değer) seçimi herhalde eze eze Demokratlar kazanırdı. Çünkü bu savaş Cumhuriyetçilerin savaşı ve onlar dünyayı had safhada bir belirsizliğe ittiler. Oysa demokratlar hem küresel uygarlığı barış içinde, hem de kendi ülkelerinin ekonomisini istikrarlı biçimde yönetmekte çok daha başarılılar.

     Geçmişin Prusya’sının siyasal sistemi, Hegel’in “tarihin sonu” tahminini doğrulayamadı. “Tarihin sonunu” Hegel takipçilerinden Marx’ın sosyalizmi de göremedi. Galiba bu ütopyayı, günümüzün moda Hegel takipçisi Fukuyama’nın liberal demokrasisinin simgesi ABD de başaramayacak.