Sol-Milliyetçilik ...
*Müzik *O'na Dair... |
“Birbirini reddeden iki zihniyet”
Şadi İdem
“Milliyetçilik, ne özgürlüğü ne de refahı amaçlar;
her ikisini
de, ulusu, devletin kalıbı ve ölçütü haline
getirmesinin zorunlu gerekliliğine feda eder.
Gelişmesi, hem manevi hem de maddi yıkımla
damgalanacaktır.”
Acton (1862)[1]
Milliyetçiliğin yüzyılımızdaki
bu “yeniden zuhur süreci” bilindiği gibi, 1980’lerden beri devam etmektedir.
Sovyetler Birliği’nin ve Doğu Blok’u ülkelerinin çökmesi ile alevlenen bu
süreç, çağımızı şekillendiren kapitalizmin küreselleşmesiyle şiddetlenen insan-toplum-devlet
sorunsalıyla ilişkili ele alınmalıdır. Tepeden tırnağa hiyerarşik bir
sistemin ve tahakkümün varlığı ile malûl bir olgu olarak ele alınmadıkça,
milliyetçilik ideolojisinin özünü kavramakta zorluk çekeceğimizi düşünüyorum.
Bu açıdan bakıldığında, milliyetçiliğin öznesini sadece millet/ulus olarak
ele almanın yeterli olmadığını düşünüyorum. Ne de milliyetçiliği belli bir
sınıfa ait bir ideoloji ya da dünya tarihinde iktisadî ve toplumsal bir
“evre” olarak ele almak doğru değildir. Milliyetçilik
ideolojisi, 21.yüzyıla girerken farklı coğrafyalarda, farklı isimlerle ve
farklı etkilerde gözlense de, “öz” itibariyle demir gibi yerli yerinde
duruyor. Kanımca bizzat “zihniyet olarak” milliyetçilik ideolojisini
irdelemeksizin, onun sadece şurada burada giydiği paltoyu eleştiriye tâbi
tutmak, sonuçta başka bir milliyetçiliği destekleyip yaratabilir. O
yüzden bu kısa yazının amacı, bir zihniyet olarak milliyetçiliği ele alıp
özgürlükçü bir toplum projesinin temellerini dinamitlediğini gözler önüne sermektir.
Yazı üç bölümden oluşmaktadır: İlk olarak, kolektif kimlik olarak
milliyetçiliği tarihsel perspektif içinde ele alıp, milliyetçilik ideolojisi
hakkındaki genel kabullerimi aktaracağım. İkinci bölümde; Türkiye’deki
milliyetçi söylemi öne çıkaran “sol-milliyetçi” düşünce ile resmi – Atatürkçü
milliyetçiliğin ve Türkçü-ülkücü milliyetçiliğin akraba ve birbirlerine gebe
söylemlerinin izini sürmeyi amaçlıyorum. Son bölümde ise; milliyetçilik ile
sol’un birbirlerini reddeden zihniyet kalıplarını irdelemeye çalışacağım. Kısa Bir Tarihsel Bakış:
Zihniyet Olarak Milliyetçilik “Öteki”ni
dışlayarak, kendisi ile özdeş kabul ettiği kişi ya da topluluk üyeleri ile
birlikte yaşama duygusu ve pratiği, tarihin derinliğindeki kabileciliğin,
ardından dini ideolojilerin ve belli bir tarihten itibaren de milliyetçilik
ideolojisinin merkezindeki düşünceyi oluşturmaktadır. Bu düşüncenin özünde,
kişinin veya topluluğun kendi kolektif kimliğini “herkesin edinebileceği”,
herkese açık evrensel değer olarak gören humanitas
fikrinin reddi vardır. Kabilecilikte[2]
bu dışlama mekanizmasının temeli kan bağı ve akrabalık ilişkileri iken, dini
topluluklarda dinin “tebliğ” edildiği kavim ve din kardeşliği,
milliyetçilikte ise hayali cemaatlerin kültür-dil-toprak
ve ırksal birliği olarak karşımıza çıkmaktadır. Hepsindeki ortak nokta, kendi
kolektif kimliği için değer bulduğu şeyleri ötekilerden esirgeme mantığıdır. Milliyetçilik
ile ondan önceki kolektif kimlik ihtiyacına yanıt veren kabileciliği ve dini
toplulukları farklılaştıran bir faktöre dikkat çekmek istiyorum. Dini
topluluklara bir yabancının dahil edilmesi, o dini kabul etmesi ve
vecibelerini yerine getirmesi ile kolayca gerçekleştirilebilir. (Burada belki
Yahudiliğin bazı dallarını ayırmak gerekmektedir.) Zira dini topluluklar
içindeki ortak paylaşımı ve “din kardeşliğini” besleyen ve bu ortak duyguyu
inşa eden etmen daha çok dini ritüellerdir. Öte yandan bir yabancının kabile yaşamına dahil edilmesi,
ortak kolektif kimliği taşıması ise bu kadar kolay olmasa da, mümkündür.
Doğrudan birebir ilişkiler içine kabulü ve ortak hayatı öğrenmesi yeterli
olabilmektedir. Burada herkesin zor da
olsa “edinebileceği” değerler silsilesiyle örülmüş kolektif kimliklerle
karşı karşıya olduğumuzu görürüz. Kabilecilik
ve dini topluluklar dışında başka bir kolektif kimlik oluşumundan da
bahsetmek gerekiyor. Kentlerin ortaya çıkmasıyla birlikte kavim ve
kabileciliğin akraba-kan bağına bağlı kolektif kimliği, giderek “yaşanılan
yer”in ön plana çıkarıldığı, bir kolektif kimlik ile aşılmaya meyletti.
Tarihteki “kent devrimi” ile birlikte alternatif bir ortak kimliğin esasları
şekillenmeye başlıyordu. Bu kentin ortaya çıkışıyla oluşmaya başlayan radikal olarak yeni bir toplumsal paylaşımın göstergesiydi.
Aile-merkezli, kabile ve köy dünyasını kurmuş olan dar-görüşlü halkın
tersine, Batı kentleri şimdi artan bir şekilde yerleşime dayalı yakınlık ve
ortak ekonomik çıkarlar etrafında kuruluyordu. Bu
organik diyebileceğimiz kimliklerin ortak özelliği, toplumun veya topluluğun,
kişilerin kendi bilinçli eylemleriyle kolektif kimliğin özelliklerini
yansıtabilmesine olanak sağlayabilmesidir. Bu tarz bir ilişki, kişinin sadece
“varoluşu” ile değil, bilinçli olarak kendi eylemli varoluşu ile içinde
bulunduğu kolektif kimlik arasındaki karşılıklı “özdeşlik” ilişkisinin daha
doğrudan yaşanmasına neden olur[3].
Bu nedenle, bir kişi ile kolektif kimlik arasındaki “özdeşleşme” derecesinin
o kimliğin “organik”liğiyle doğrudan ilişkili olduğunu düşünüyorum. Her
ne kadar ‘millet’ kavramının, Fransız Devrimi’nin evrensel düşünüş
dünyasında, herkesi kapsayabilecek bir içerikte kullanıldığını biliyorsak da,
milletin evrimi çok farklı bir mecraya sürüklenmiştir. (Belki bu evrimin hiç
de tesadüf olmadığı, milletin ve milliyetçiliğin birbirinden ayrılamayacak
diğer veçhesi ile karşılaştığımızı söylemek daha doğru olur.) Giderek
milleti imlediği söylenen değerler, “öteki(ler)” tarafından edinilemez özelliklere dayandırılmaya
başlandı. Artık bir millete ait olmak için gereken ırksal, etnik ve ortak millî tarih bilinci ve
hatta ana dil, yaradılıştan insanın fıtratında var olan değiştirilemez ve
öteki tarafından edinilemez değerlerle anılır hale geldi. Öyle ki, bir kişi
ne kadar bilgili ya da yetenekli olursa olsun hatta bazı durumlar karşısında o milletin tüm düşünüş ve davranış
değerlerini taşısa dahi ‘ulaşabildiği’ en üst mevki; ‘gibi’ mertebesi
olmakta; Türk gibi, İngiliz gibi, Fransız gibi vs. Çünkü kişi genetik ‘eksikliği’ asla aşamamaktadır.
Kapitalizmin ve sanayi devriminin yükselişiyle at başı giden bu değişim, kapitalizmin
önceki kolektif kimlikleri istikrarsızlaştırdığı bir dönemde gelişti.
Dünyanın milletler topluluğu olarak algılandığı bir düşünüş dünyasında,
başkaları tarafından “edinilemez” değerler silsilesi ile yeniden inşa edilen
kolektif kimlikler, dünya sisteminde bir hiyerarşiye tâbi tutulur oldu. Tâbi
olduklarına inandıkları kolektif kimliği bu hiyerarşinin tepesine oturtan
kişiler ile kolektif kimlik arasındaki ilişki, sorunlu bir ilişki olarak
gelişti. Bu sorunlu ilişkinin kaynağının inşa edilen kimliğin inorganikliğinde yattığını
düşünüyorum. Kanımca,
üstünlük iddiası taşıyan bir kolektif kimlikle kendilerini özdeşleştirmeye
çalışan kesimlerin, kendi-bilinçli eylemli varoluşlarıyla kimliğin “üstünlük”
vasıfları arasındaki gerilim, millî kimlik bunalımının temelini oluşturur.
Daha doğrusu, bu aslında bir “özdeşleşme-özdeşleşememe” bunalımıdır. Üstün
kimlik vasıflarıyla kişilerin eylemlilikleri arasındaki bu mesafe arttıkça, varoluşunu muhafaza etmek isteyen ya
da bu statüsünü kullanarak bir üst
sınıfa sıçramak isteyen kesimler, bu kimliğe bağnazca itaat etmeye ve
herkesten daha hararetli olarak bu üstün
kimliği sahiplenmeye başlarlar. Kapitalizm ile varoluşları her an
tehlikede olan bu kesimin çoğunun, tarihte ve bugün, yabancı düşmanlığı ve
ırkçılık söylemlerinin en sadık destekçileri olduğunu söylemek abartı
olmayacaktır. Tarihte Nazizmin üstün Germen ırkçılığı, Alman milletinin orta
ve alt kesiminde kitlesel bir destek bulmuş ve en bağnaz militanlarını bu
kesimlerden edinmiştir. Günümüzde de özellikle Avrupa’daki yeni-milliyetçilik
olarak bahsedilen akımın “yabancı düşmanlığı” ve “göçmen”lere yönelik
söylemlerinin hedef kitlesi de aynı kitledir. Le
Pen’in “küçük adam”a seslenişinin altını çizmek önemlidir. Le Pen ve diğer
tüm faşist-milliyetçi hatiplerin
söylemlerini “küçük adam” figürü süslemektedir. Faşist ideoloji gibi
sosyalizm de alt sınıflara, aşağıdakilere, ezilenlere, “küçük adam”a hitap
eder: Ancak aralarındaki temel fark, Tanıl Bora’nın[4]
işaret ettiği gibi, “sosyalizmin ezilen kesimlere, özelde işçi sınıfının
içinde bulunduğu “insanlık durumunun”, neticede ezenleri/sömürenleri de
insanlık namına haleldâr eden sebeplerini aşmayı hedeflemesidir. Faşizm ise,
bütün enerjisini “küçük adam”ın ilkel ve kör öfkesini okşayan, içinde
bulunduğu “insanlık durumunun” müsebbibi olarak şeytanî bir düşmana nişan
almaya hasreder.” Faşizmin
“küçük adam”ı küçüklüğünden kurtarmak gibi bir misyonu ve isteği yoktur. O
daha çok “küçük adam”ı kendi dünyasında, küçüklüğünden taşırmadan,
ezilmişliği içinde yüceltmeye, kendini önemli hissetmesine yönelir. Bu yüzden
“küçük adam” olma durumunu aşmak bir yana içinde bulunduğu küçüklük hali
yüceltilir. Le Pen’in hitaplarında, “küçük adam küçük Fransa” sloganına bolca
rastlamamız tesadüf değildir. Düşman kimliği ise “tüm kötülüklerin kaynağı
olarak” şeytan imgesiyle, “küçük adam”ın ırkî/millî kimliğinin karşısında
tanımlanır. Böylece,
yabancı düşmanlığı, “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” ve
beka sorunu, var oluşunu hiç çaba
sarf etmeden edinilen kolektif bir kimlikte ve onun ayrıcalıklarında bulan kesimleri milliyetçiliğe bağlayan
asli unsurlar olarak ortaya çıkar. Yurttaşın var oluşunu milletin ve devletin
bekası üzerinden kuran bir zihniyet ile karşı karşıya kalırız. “Devletin
ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” ifadesindeki halk=millet=devlet
denklemindeki organikçi bakış açısı, zihniyet dünyamızı ve pratiğimizi
koşullar. Bu düşünce “Türkün Türk’ten başka dostu yoktur“[5]
ifadesinde vücut bulan yabancı düşmanlığını ön plana çıkardığı gibi, toplum
içindeki hiyerarşi, statü ve sınıf farklılıklarının da üstünü örter. Ulusal-devlet ve Milliyetçilik Sanayi
devriminin ve kapitalizmin, yardımlaşmacı, dayanışmacı toplum yapısını ve
kolektif kimliği hallaç pamuğu gibi dağıttığı bir dönemde, milliyetçiliğin hemen
hemen eş zamanlı olarak ortaya çıktığı dikkate alındığında; milliyetçilik
ideolojisini daha çok bir kolektif kimlik ihtiyacına cevap veren ana ideoloji
olarak ele almak daha doğru olur.
Ancak burada asıl sorgulanması gereken, bu kolektif kimliğin inşa
sürecinde birey-toplum-devlet ilişkisinin nasıl yaratıldığı- daha doğrusu
yeniden nasıl biçimlendirildiğidir. Ulus-devlet,
millî kimlik oluşumu ve milliyetçilik birbirinden ayrılmaz bağlarla bağlı
olup modern çağın ürünüdürler. Gellner’in ifade ettiği gibi milliyetçilik
milletlerden önce gelir. Milletler devletleri ve milliyetçilikleri
yaratmazlar, doğru olan bunun tam tersidir. Devletler (ulus-devletler) kendi
milletlerini ve milliyetçilikleri yaratırlar. Belki burada atlanmaması
gereken milliyetçiliğin bir devlet ideolojisi olduğudur. Benedict
Anderson’a göre[6], “millet hayal edilmiş bir cemaattir.” Çünkü en
küçük milletin üyeleri bile diğer üyelerini hiç görmemelerine, onlarla
tanışmamalarına ve hatta çoğu hakkında hiçbir şey işitmemelerine rağmen, yine
de her birinin zihninde millet olmalarının hayali yaşamaya devam edecektir.
Anderson’a göre, milletleşme sürecinde “matbaa-gazete kapitalizmi”nin payı
çok önemlidir. Zira bizi biz yapan ve bizim gibi insanları görmesek de,
onlarla ilişkiye geçmesek de, varlıklarını ve birbirimize benzediğimizi
hissettiren şey ortak yazı dilinin yayılmasıdır. Tabii ki edebiyatı ve tarih
yazıcılığını da yabana atmamak gerekir. Tarih yazıcılığı olmadan inşa edilen
bir milletin ve siyasal yapı olarak ulusal-devletin de tarihteki köklerini
tespit etmek olanaksızlaşırdı. –Burada tarihi tahrip edip, kendine göre
yeniden yazmaktan bahsetmek daha doğru olur herhalde- Renan’ın ifade ettiği
gibi; “Tarihin yanlış yazılması bir millet olmanın parçasıdır.” Zihinlerde
yeniden inşa edilen tarihe dayanarak, toplulukların kimlik ve aidiyet
bağlarını geliştirmek, kapitalist modernitenin devlet kurma süreçlerinde
yatan hayatın totaliterleşmesi olgusu ile yakından ilişkilidir. Kapitalist
anlamda modernite ile eş zamanlı giden bu süreç, pre-kapitalist dönemin
“bölük-pörçüklüğe” dayalı kültürel-siyasi yapısını reddediyordu[7].
Yaşama alanları olarak tarihsel sürekliliğe sahip bu kültürel alanların en
ilerilerini kentler ve kent konfederasyonları oluşturuyordu. Bu bahiste ne
ulusal ne de dar görüşlü olan kent konfederasyonlarından bahsedilebilir. Bu insani birliklere yüzyıllar boyu süren
Hanseatik Birliği ve İsviçre’deki Kanton konfederasyonları örnek verilebilir.
Kentler ve kent federasyonları ile merkeziyetçi yapılar arasındaki bu
karmaşık gerilim sonuçta kentlerin ulusal devletlerin hakimiyetine
alınmasıyla sonuçlandı. Millî/ulusal
devletin kuruluş süreci, millî kimliğin etnik ve kültürel içeriğinin
belirlendiği en önemli eşiktir. Bu eşik aşıldıktan sonra devletin bizzat
üretime katıldığı bir millet ve milliyetçilik inşa süreci ile karşılaşırız.
Milletlerin ve milliyetçiliklerin inşa süreci, insanların kamu yaşamlarına
doğrudan katılabildikleri beledi niteliklere sahip kolektif hayattaki
yurttaşlık[8]-hemşehrilik
ilişkisinden adım adım kopuşunun izlerini taşır. Giderek merkezileşen siyasi
bir yapı olarak devlet ve kapitalizmin piyasaları bütünleştirme ihtiyacı,
yurttaşları kamusal hayattan(dikkat lütfen devletten değil) koparır. Toplumu
oluşturan yurttaşların biricikliği ve kişilikleri tarihten referanslarla
hayal edilen bir millet ve milli değerlerden oluşan tabula rasa içinde mass edilir. Böylelikle
sadece kentler ve yerel kültürler değil, yerleşimlerinde kendi kendilerinin
yönetimine katılan yurttaşlar da ulusal devletin kayıtladığı millî kimlik
altında kişiliklerinden arındırılıp tek-tipleştirilir. Kapitalizme
ve ulusal-devlete tâbi (the) milletin inşa süreci, kendini köklerini geçmişte
yaratan bir “bilinçte” hayal eder. Bu milletleşme süreci daima
yerleşimlerdeki farklı kültürleri ve cemaatleri asimile edip, tarihi yeniden
kurgulama süreciyle at başı ilerler. Bundan dolayı milletleşme sürecinin
kendisi, insan haklarının kayıtlandığı, hak ihlallerinin sistematikleştiği
bir deneyimdir.[9] Ulus-devletlerin
kuruluşundan sonra devletin önceden var olan kültürleri ve toplulukları kendi millî kimliğinde
homojenleştirme ülküsü, o kültürlerin asimile olmasıyla, soykırım eylemiyle
ya da azınlık statüsünde kabulü ile sonuçlanır. Ancak farklı kültürlerin
azınlık statüsünde ‘kabul’leri asla bu halkların kendi kültürlerini özgürce
yaşayabilecekleri ve geliştirebilecekleri anlamına gelmiyor. Çoğu kez
azınlıkların bu hakları ellerinden alınır ve en iyi ihtimalle farklılıkları
‘gözardı” edilir ve o ülkede yoklarmış gibi davranılır. Böylece asimilasyon
ve karşılıklı mübadele anlaşmaları, zorunlu göçler ya da “azınlık sorunu”,
her devletin sınırları içinde insan-hakları sorunsalıyla doğrudan ilişkili
temel konular halini alır. Burada tekrar yerli / yabancı-ecnebi, biz / öteki
ayrımcılığı ile ancak farklı bir veçhede karşılaşırız: “İnsan” olup olmama
meselesidir karşımızda duran. Kendimizden olanı insan sınıfına dahil ederken,
“öteki”/ecnebi’yi bundan mahrum bırakırız. İnsanı
milliyete (millî kimliğe) tâbi kılan bu zihniyet, milliyetsiz bir insan
tanımlanmasını reddeder. Millî kimliğe sahip olmayanlar insandan kabul
edilmezken, kültürel çeşitliliği kabul ettiğinde ise onu bir hiyerarşi içine
yerleştirir. Tabii ki millî kültürüyle kayıtlı olan kendi milletini bu
hiyerarşinin ezelden beri tepesine, kendine bahşedilen yere oturtur.
Diğerlerinin “evrensel hak talebi”nin kabulü bile, bu tasnife göre kayıtlanır
ve uygulanır. Bireyin sadece insan
olduğu bir dünyadan milletler ve devletler dünyasına bu şekilde geçeriz.
Önemli olan artık hangi milletten olduğumuz ve hangi devlete tâbi
olduğumuzdur. Türk insanı, Alman insanı, Fransız insanı...gibi. Görüleceği
gibi, millî/ulusal devlet ile milliyetçiliği ve milleti birbirinden ayırmak
mümkün değildir. Hatta şu söylenebilir ki, devlet ideolojisi olarak doğan ve
gelişen milliyetçiliğin temel ülküsü, millî devleti kurmak ve ne pahasına
olursa olsun onu ilelebet korumaktır. Milliyetçilik için en yüce değer ve
görevin, devletin bekası ve çıkarı olduğu unutulmamalıdır. Her şey ve tabii
ki herkes, bu ülküyle kayıtlanır ve buna göre tasnif edilir. İnsan hakları,
azınlık hakları ya da evrensel haklar vb. dahil. Devletin bekası dışındaki,
yurttaşlıktan topluluk haklarına dek tüm mevzular bu ülkünün gölgesinde icra
edilir. Devletin ve milletin beka sorunu içerde ve dışarıda düşmanlar yaratılmasını
gerektirir. İç ve dış düşmanlar çoğu kez de tarihten gelen (hatta ezeli)
husumetlerle bağlantılandırılır. Milliyetçiliği
sadece öznesi millet/ulus olan bir ideoloji olarak görmemek gerektiğini
söylemiştim. Daha çok ötekileri dışarıda bırakan, sahip olduğu değerlere
başkalarının sahip olamayacağını, bu değerlerin özsel olarak değişmezliğini
vurgulayan ve kendini (milletini) insanlık dünyası hiyerarşisinin tepesine
koyan bir zihniyetten bahsetmek daha doğrudur. Bu
şekilde bakıldığında, kapitalizmin küreselleşmesi ile şekillenen günümüzde,
siyasi ve kültürel bir birlik olma iddiasındaki Avrupa Birliği’nin de, yüce
Avrupa değerlerini kutsayan tutumunun “kültürel bir ırkçılık” tınısı
verdiğini atlamamak gerekir. Burada Batılılık/Avrupalılık ekseninde –merkezinde
de denilebilir- biz ve öteki ayrımı ile karşılaşıyoruz. Sovyetler Birliği ve
Doğu Bloğu ülkelerinin dağılmasından bu yana Avrupa/Batı, serbest piyasa ile
birlikte, kültür, demokrasi, hoşgörü, özgürlük gibi değerlerle tanımlanıyor;
bu değerlerden yoksunluk ise “Avrupalı olmayanın” tanımını oluşturuyor. Bu
kültürel ırkçılık, kültürel çeşitliliği kabul ederken kültürlerin kendi
içlerinde değişmez özleri olduğunu ve asla melezleşemeyeceğini ileri sürerek
“ırkçı olmayan bir ırkçılık” sergiliyor. Etienne Balibar’ın ifade ettiği
gibi, “baskın temanın biyolojik soya
çekim değil, kültürel farklılıkların aşılamazlığı olduğu bir ırkçılık; ilk
bakışta bazı grup ya da halkların diğerlerine üstünlüğünü değil, “sadece”
sınırların kaldırılmasının sakıncasını, hayat tarzlarının ve geleneklerin
bağdaşmazlığını savunan böyle bir ırkçılık farkçı-ırkçılık olarak
adlandırılabilir.”[10]
Siyasal ve kültürel olarak bütünleşme sürecindeki Avrupa’yı bu tür yeni bir
milliyetçilik üreten söylemin merkezinde görüyoruz. “Bütünsel Avrupa Millî
Devleti”, “Avrupa milleti” terimlerini kullanan Karl-Markus Gauss, Avrupa’nın
(ve Batı’nın) bütünleşmesinin, esas itibarıyla millî devlet inşa etmeye,
millî kimlik oluşturmaya ve milliyetçiliğe özgü etmenleri uluslarüstü ölçekte
ve “global” düzeyde yeniden ürettiğini anlatıyor.[11]
Milliyetçiliğin ikili karakteri:
Modern Janus Milliyetçilik
ile ilgili literatür karıştırıldığında ağırlıklı olarak kabul gören iki tip
milliyetçilik ile karşılaşırız: Biri milleti vatandaşların ortak iradesi
temelinde tanımlayan, toprak/sınır esasına dayalı “Fransız usulü”politik
milliyetçilik olup, Batı milliyetçiliği olarak da anılır; diğeri milleti
etnik ve/veya kültürel-dil-ortak tarih temeline göre tanımlayan “Alman/Balkan
usulü” kültürel milliyetçilik olup, Doğu milliyetçiliği olarak da
adlandırılır[12]. Alman
milliyetçiliği ve onun daha radikal versiyonu olan Balkan milliyetçiliği
olarak Doğulu kültürel milliyetçilik, bireyi ve farklı kültürel toplulukları
etnik-kültürel-özcü değerlerle şekillenen millî kimlik içinde eritme
eğilimiyle otoriter-faşizan açılımlara yatkın bir milliyetçiliktir. Doğulu
ve Batılı milliyetçilikler arasındaki ayrımın mutlaklaştırılmasına karşı
çıkan Tom Nairn’e göre, her özgül milliyetçilik akımı bünyesinde hem Doğulu
hem de Batılı milliyetçilik özelliklerini barındırır. Daha doğrusu bu ikili
karakter tüm milliyetçiliklerin evrensel özelliğini oluşturan temeldir. Bu
iki veçhe aslında sadece bir ve tek varoluşun iki yüzünden ibarettir. “Milliyetçiliğin özü” der Tom Naire, “ahlaki, siyasi ve insani yönden hep çift
anlamlıdır. Bu nedenle ona karşı takınılan ahlakçı tavırlar hep verimsiz
kalmıştır. Hep iki yüzden birini görüyor, bu yüzlerin bir ve aynı kafaya ait
olduğunu anlamak istemiyorlar. Bu anlamda milliyetçilik, kapıların üstünde duran,
bir yüzüyle önüne, diğer yüzüyle arkasına bakan eski Roma tanrısı Janus’a
benzemektedir. Aynı biçimde milliyetçilik, insan toplumunu modern çağa
götüren kapının üstünde duruyor. Ve insanlık bu dar kapıdan geçmek için hamle
ederken, gelişim yönünde ateşle imtihanı için güç toplamak üzere, ümitsizce
geçmişe bakmak zorundadır.”[13] Tanıl
Bora’ya göre her özgül milliyetçiliğin bünyesindeki bu ikili karakter ve
gerilim, Türk milliyetçiliğinde normalin üstünde mevcuttur[14].
Türk milliyetçiliği, bir uçta “Ziya Gökalp’in kültürel kimliğe yaslanan
Sentez’i”, anayasal yurttaşlığa dayalı Batılı milliyetçilik anlayışı; öte
yanda “milletin ezeli-ebedi varoluşsallığını ve biricikliğini vurgulayan
Doğulu milliyetçilik anlayışı arasında “son derece hassas bir denge” de oturur.[15]
Taha
Parla’nın[16] saptadığı
gibi Kemalist milliyetçilikte “defansif, eşitlikçi, etnik-kültürel çoğulculuk
esasına dayalı” hukuki-kültürel milliyetçilik” yüzüyle “kültürel çoğulculuğu
bastıran etnik türdeşlik ve egemenlik motifi” ile kendini hissettiren,
saldırgan-ırkî-şoven milliyetçilik” yüzü arasındaki gerilim belirgindir. Bu
gerilimden dolayıdır ki, Kemalist milliyetçilik, hukuk temelinde yurttaşlık
odaklı yorumlanabildiği gibi, ırk-odaklı veya etnisit-özcü doğrultuda da
yorumlanabilir ve yorumlanmıştır da. Her
özgül milliyetçilik gibi Kemalist milliyetçiliğin de bünyesinde var olan bu
gerilimi görmezden gelmek sol-Kemalist ( ve ulusalcı-sol) söylemin temel
zaaflarından birini oluşturur; üstelik, Kemalist ulusçuluğun başka milliyetçi
akımlara benzemediği vurgusuyla, milliyetçiliğin özcülük, biriciklik
ideolojisini yeniden üreterek. Türkiye’de Sol-milliyetçilik Türk
milliyetçiliğini pek çok lehçesi olan zengin bir lügatçe[17]
olarak ele aldığımızda “sol-milliyetçilik” olarak anılabilecek akımlar içinde 1930’lardaki “Kadro” dergisi ve Şevket Süreyya
Aydemir; 1960’larda Doğan Avcıoğlu ve geniş kadrosuyla ‘Yön’ dergisi, 1970’lerden beri Cumhuriyet gazetesi ve 2000’li yıllarda ise “İleri” dergisi yanında Doğu Perinçek ve “Aydınlık” dergisi ile Sultan Galiyef’in “Sosyalist Turan”
düşüncesinin dillendiricisi ve savunucusu Attila İlhan sayılabilir.[18] Kanımca
yukarıda saydıklarımın tümünün özündeki milliyetçilik ve otoriter devletçilik
düşüncesi tüm farklılıklarının içinde eridiği potayı oluşturur. Bu bölümde,
Türkiye’deki “sol-milliyetçi” düşüncede varolan Türkçü-özcü milliyetçi zihin
yapısının izini sürmeyi amaçlıyorum. Bunun için, özcü-Türkçü milliyetçi
hareket ile ‘Türk solu’nu birbirlerine yaklaştırdığını düşündüğüm
konjonktürel olaylar eksenini temel alacağım. Son 10-15 yılı ele aldığımızda
konjonktürel olarak üç olayın öne çıktığını gözlemleyebiliriz: İlki;
Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Türkî Cumhuriyetleri’nin bağımsızlıklarına
kavuşması ile belirlenen süreç, ikincisi; 28 Şubat süreci, üçüncüsü ise; hâlâ
devam eden Avrupa Birliği tartışma süreci. Bu
açıdan bakıldığında, 1990’dan itibaren dünyanın çehresini değiştiren tarihi
olayların ardından Türk milliyetçi hareketinin de yeni bir mecraya girdiği söylenebilir. Bu yeni mecrayı
besleyen ideolojik yönelimleri, ‘yeniden-Türkçüleşme’ veya ‘soy’ Türkçülüğün
uyanışı olarak görebiliriz. Yeniden-Türkçüleşmeyi sağlamaya tek başına
yeterli olan güncel gelişme, Kafkasya ve Orta Asya’daki Türkî Cumhuriyetlerin
bağımsızlıklarını elde etmeleridir. Böylece ülkücü hareketin ütopyası olan
Turan ve Pan-Türkizm ideolojisi gündeme yeniden girdi.[19]
Bu
düşünceleri paylaşan ve destekleyen sadece ülkücü hareket değildi. Daha
önceden milliyetçi özleri daima var olsa da, pek su yüzüne çıkarmayan bir çok
Kemalist ve “sol” çevrenin, Sovyetler Birliği’nin dağılması ile kültürel
ve/veya siyasal “irredantist” düşüncelere ortaklık ettikleri görüldü[20].
Örneğin İlhan Selçuk[21] “Ermeni Diasporasıyla Turan...”
başlıklı yazısında şöyle diyor: “Ermeni ya da
İsrail diasporasıyla bütünleşecekler; ama, Türkiye’nin Turan’la bütünleşmesi
‘ideolojik amaçlı pantürkizm’ sayılacak. Olmaz öyle şey... Bu kez Türkistan’a Enver Paşa gibi
Bolşeviklerle savaşmak için gitmiyoruz. Eğer Türkî toplumlar 1917 devriminin
kazanımlarıyla cemaat düzenini aşıp laik toplum düzeyine ulaşabilmişlerse,
Turan’ın gerçekçi alt yapısı oluşmuş demektir...” Turan’la
bütünleşmenin gerekçelerini bir “Aydınlanma Bilgesi” tavrıyla açıkladıktan
sonra, Turan’ın coşkusunu ve yüreğindeki özlemi “Turan’ın Kapısı”[22]
adlı başka bir makalesinde şöyle dile getiriyor: “Haydi gelin,
elimizi vicdanımıza koyalım , 21.yüzyıla 8 kala Anadolu’da yeniden
coştuğumuzu, Turan özlemlerinin yüreğimizi yaktığını itiraf edelim. Suç değil
bu! Tersine ‘Adriyatik’ten Çin’e dek’ inanç, dil, kültür ortaklığını paylaşan
toplumların bütünleşmesi, küçülen dünyada kaçınılmaz bir gelecek olarak
görünüyor...” Şahin
Alpay, 11 Haziran 1992 tarihli Cumhuriyet
gazetesindeki “Orta Asya Steplerinde” başlıklı yazısında, “...ilkokulun dördüncü sınıfında tanıştığımız
o göçler haritasının Orta Asya’dan Anadolu’ya uzanan ok işaretinin ucu
Toroslar’ın üzerinde bitiyordu. Meğer o okun iki yönlü olacağı günler de
bizim yaşam kavsimiz içinde imiş...”diyerek gelişmelerden duyduğu
heyecanı gizlemiyor. Oysa Orta Asya ve Kafkasya’daki topluluklar, kendi yazı
dillerini oluşturduktan ve siyasi yapılarını yeniden kurduktan sonra
kendilerini ayrı etnik varlıklar olarak tanımladılar[23].
Ardından, 1990’ların başındaki Turan hayalleri giderek silikleşmeye başladı. Ancak
1998’lere geldiğimizde dahi kimi çevrelerde açıkça dile getirilmese de, “Turan” ülküsü değişik bağlamlarda
yeniden zuhur ediyordu. Sultan Galiyefçi “Sosyalist Turan” düşüncesinin
savunucusu Attila İlhan[24]
şöyle diyordu: ...”40’lı
yıllardan bu yana, ne yazık ki ‘Türkçü’ deyimi bile kaybolmuştur; önce
‘kandaş’ (ırkçı/turancı). Sonra ‘ülküdaş’ (ülkücü) oldular; tarifleri bir
‘karşıtlığa’ sığdırılmıştı: komünizme karşı olmak! Berlin de, Washington da,
onları böylece avlamıştı, ama bunla bu iki emperyalizmin ‘Turan Hayali’ nin gerçekleşmesini,
Türkçüler’e bırakacaklarını sanıyorlardı, yanlış
olan buydu... Washigton’a gelince, onun ülkücüleri Orta Asya içlerinde
‘Turan’ değil, kendi çıkarına ve ‘Truva Atı’ olarak göndermek niyetinde
olduğu, bugün elle tutulacak kadar somut olarak görünmektedir: yani, ‘Her ırkın üstünde, Türk ırkı’ olmayacak:
‘Türk ırkının üstünde, ABD çıkarı’ olacak! Bu kadar basit.” (İtalikler
orijinal metinden). “Önce Türkiye!”[25]
adlı yazısında da şunları söylüyor: “Avrasya, petrol
coğrafyası ama neresinden bakılsa, hem ‘Türk coğrafyası’, hem ‘İslam
coğrafyası’; ...Avrasya’nın güney kuşağında, Anadolu Türkleri, Müdafaa-i
Hukuk platformunda, o coğrafyayı savunurken; kuzey kuşağında, Sovyet Türkleri
aynı coğrafya için savaş veriyorlardı; üstelik her ikisi de hem iç düşmana
karşı, hem dış düşmana karşı. ...O zaman soru
şu: aynı yurt ve millet bilinci, aynı anti-emperyalist tepki, bu paralelliği
bugün neden sağlayamasın? Üstelik bilir misiniz, Sultan Galiyef ve
yandaşlarının, 1923’de tasarladıkları ‘Turan Sosyalist Cumhuriyeti’nin
coğrafyası, Avrasya kuzey kuşağının sınırları ile, santimi santimine
çakışıyordu.” Attila
İlhan’ın ve ulusalcı-sol’un milliyetçi söylemi, vatan olarak bütün “Türklük
dünyasını” kabul ettiği oranda, resmi milliyetçiliğin vatancı/Anadolucu
çizgisinden ayrılıp; Türkçü-Turancı radikal milliyetçiliğe yaklaşır. Hatta
yukarıda görülebileceği gibi, çoğu zaman da, millî sosyalist olarak
tanımlanabilecek olan İlhan’ın ırkçı söylemi tınıyı aşan bir perdeden
yankılanıyor. Aslında
burada milliyetçiliğin ayrılmaz yüzüyle karşılaşırız: ister sol ister sağ ile
boyanmış olsun tüm milliyetçiliklerin ırkçı-şoven, yayılmacı özünün, “ulusal
çıkar”cı “güçlü bir (Vatan)Türkiye” emelleriyle bezenmesi. Sol-milliyetçilik
için ikinci önemli dönüm noktası ise Siyasal İslam’ın yükselmesi ve 28 Şubat
sürecidir. Bu süreçte ulusalcı-sol, laikliğin milliyetçiliğin taşıyıcısı
olduğunu bir kez daha gösterdi[26].
Böylece 28 Şubat süreciyle birlikte ulusalcı-sol’un da uzun süredir arası
açılan devlet ile olan bağı yeniden tesis edilince ulusalcı-sol,
Türkçü-ülkücü hareket ve Devlet,
milliyetçilik ideolojisi ile birbirlerine eklemlenmeye başladı. Laikliğin
milliyetçilik ile bağlantısı resmi milliyetçiliğin olduğu kadar Kemalist
ulusçuluğun da özellikleri arasındadır. Millî devletin inşasında
milliyetçilik, onun kutsallık tekelini devralarak dini ikame etmeye dönük bir
yol izlemiştir. Çoğu kez Türkçü-özcü söyleme dini ibarelerin eklemlenmesi ile
bezenen Kemalist ulusçuluğun, bu ikili karakterinin izlerini, İslamcılığa karşı
geliştirdiği söylemlerde de gözlemleyebiliriz. Örneğin; Yekta Güngör
Özden’in,[27]“Türkiye’mizi ve Türk Ulusu’nu kucaklayan
bir insan ve hukuk kurumu yapısıyla demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti
olan Türkiye Cumhuriyeti en kutsal
varlığımızdır. Temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Atatürk’ün ‘En Büyük Türk Devrimi,
erdem” dediği bu “hazine” hepimizin yaşamını adadığı, sonsuza değin bağımsız
yaşaması için büyük sorumluluklar yüklendiği bir değerdir. Kurtarıcımız ve
kurucumuz Atatürk,....hepimizi adında kaynaştıran en büyük Türk’tür.” ifadesinde, Türkçü ve özcü yaklaşımın
yanında, Türkiye Cumhuriyeti Devlet’nin kutsallığını bir arada
görebilmekteyiz. Yukarıdaki ifade Türkçü-özcü içeriklerle bezenmiş dini bir
tınının izlerini taşımaktadır. Ulusalcı-sol’un
milliyetçilik söyleminin (sol-milliyetçilik), İslamcılığa ve Kürt
muhalefetine karşı, devletin ve ordunun politikasını çoğu kez hararetle
desteklemesi, özündeki otoriter devletçi karakterinin bir yansıması olarak
görülebilir. Burada tüm milliyetçi ideolojilerde bulunan devletin beka sorunu
ve teyakkuz ideolojisinin gereği ileri sürülür. Devletin bekasını korumak
için “zinde güçlerin” ne pahasına, nasıl olursa olsun yapacağı her şeyin mubah olduğu
savunulur[28]. Yekta
Güngör Özden “28 Şubat Süreci”[29]
adlı makalesinde şunları söylüyor: “Türkiye
Cumhuriyeti temel nitelikleriyle sonsuza değin bağımsız varlığını
sürdüreceğinden bu koşuya karşı çıkanlar sürekli uyarılacak ve
durdurulacaklardır. Cumhuriyeti savunmak özeni ve duyarlılığıyla birlikte 28
Şubat’lar hep sürecektir. Uyumayanlar ve uyutmayanlar uyarmaktan geri
kalmayacaktır.” Dr.
Ümit Sayın ise “Evet 28 Şubat olmak
zorundaydı ve de oldu. Bunun postmodern bir darbe mi olduğu, balans ayarı mı
olduğu, normal bir darbe mi olduğu, sür-postmodern bir müdahale mi olduğu hiç
önemli değildir. Ortada her tarafı
yamulmuş mafyöz kübist modern bir resme benzeyen bir Türkiye vardır ve bu çarpıklığı düzeltmek için yapılan her
şey mubahtır. Bir darbe veya postmodern darbe olsa bile Türk Silahlı
Kuvvetleri’nin Türkiye Cumhuriyeti’nin laik, demokratik, ulusalcı, sosyal
eşitlikçi, ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü korumak için yaptığı
herşey anayasaya uygundur.” diyecektir[30].(altını
ben çizdim Şİ) Görüldüğü
gibi “anayasaya uygunluk” ve “mubahlık” (biri pozitif hukuk ile ilgili diğeri
dini ifade) aynı metinde her tarafı düzlemeye çalışan obsesif-kompülsif ruh
halindeki titizliği meşru kılmaktadır. Burada, Susurluk olayları üzerindeki
tartışma sürecinde Tansu Çiller’in Meclis kürsüsünden “Devlet için kurşun
atan da kurşun yiyen de kahramanımızdır.” ifadesindeki hukuk dışı hareketleri
destekleyen, otoriter hatta faşizan hisleri okşayan devlet-odaklı “meşruluk”
tınısını hatırlamamak elde mi? Görüldüğü
gibi, 28 Şubat sürecinde “sol milliyetçi” çevrelerdeki hakim anlayışı ve
“sol” olma iddiasının temel dayanağı ‘laiklik’ oluşturuyordu. Türkçü-ülkücü
hareket ile ulusalcı-solu birbirine yaklaştıran son gelişme ise Avrupa
Birliği tartışma süreci olarak görülebilir. Hâlâ devam eden bu sürece
damgasını vuran ise
ulusal-devletin ve Türk milletinin beka sorunudur. “Anti-emperyalist
tam bağımsızlıkçı” retoriği ile sol iddialı ulusalcı-sol çevrelerin
söyleminde sık sık soy-etnisit öğelerle birlikte “otoriter devlet”
savunusunun boy attığını görebilmekteyiz. Kimi zaman AB karşısına Avrasya öne
sürülmektedir. Bu tutum daha önce bahsettiğimiz Avrupa Birliği’nin bazı
yöneticilerinin Avrupa kültürünün dışındaki kültürleri ötekileştirdiği
makro-milliyetçi tavrının karşısına,
Asya kültürünün değişmezliğini koyduğu oranda başka bir
makro-milliyetçiliğin emarelerini taşımaktadır. Attila
İlhan “Vatan ve Namus”[31]
başlıklı söyleşisinde şunları söylüyor; “...Biz Avrupa Devleti olabiliriz, ama biz Avrupalı
değil, Asyalıyız. Bizim için en doğrusu bir Avrasya politikasında köşe
taşlarından birisi olmaktır... Bu bakımdan bizi (AB’ye) kesinlikle
almayacaklardır...Rusları da almayacaklardır, Ukrayna’yı da almayacaklardır,
Beyaz Rusya’yı da almayacaklardır. Helmut Schmidt kitabında diyor, ‘Her ne
kadar bize yakınsalar da onlar da Asyalıdır ve kültürleri bizden farklıdır.” Burada Attila İlhan’ın Avrupa
Birliği’nin oluşturmaya çalıştığı Avrupa kültürel makro-milliyetçiliğinin
yerine, Avrasya Birliği’nin Asya kültürel makro-milliyetçiliğinin
konumlandırıldığını görüyoruz. Öz olarak kültürleri ve medeniyetleri
“değişmez” ve bir diğeriyle “karışması sakıncalı” olarak gören milliyetçi bir
zihniyetle karşılaşırız. AB tartışma sürecinde
şiddetlenerek devam eden “yurttaşların daha demokratik ve özgürlükçü
koşullarda yaşama isteği ve talebi” çoğu kez otoriter devletçi ve milliyetçi
kesimlerce budanmaktadır. “Ulusal çıkar” ve “güçlü Türkiye” öne sürülerek
yapılan bu karşı çıkışlar, özünde otoriter devletin beka kaygısını
taşımaktadır. Geçmişte birbirlerine zıt görüşler taşıdığı iddia edilen
toplumsal kesimlerin bugün “koyu” bir milliyetçilik ve ulusal devlet savunusu
ile yan yana geldiklerine tanık oluyoruz. Bu duruşa verilebilecek en çarpıcı
örnek, geçenlerde Cumhuriyet gazetesinde
tam sayfa yayınlanan “AB Karşıtı” Bildirgesi’dir[32].
“Büyük ve Soylu Türk Milleti’nin dikkatine...” sunulan bildirgeden birkaç
alıntı yapmak sanırım yeterli olacaktır: “Türk ulusu tarihin tanıdığı en kadim ve en büyük uluslardan
birisidir...Bu ülkenin insanları, Türkiye Cumhuriyeti’ni...ulusal refah, demokrasi, insan haklarına ve onuruna
saygı, yüksek bir üreticilik düzeyi, bilimsel ve toplumsal ilerleme
hedefini gerçekleştirmek için gerekli
ve uygun model olarak görmektedir...Cumhuriyet yurttaşları, kendi
mutluluğunun, güvenliğinin ve geleceği olan çocuklarının güvencesini Türkiye
Cumhuriyeti’nin varlığı ve gönencine bağlı görmektedir.”(altını ben çizdim
Ş.İ.). Anti-emperyalist vurgusuyla
sol iddialı bazı çevrelerin “güçlü Türkiye”ci tavırları ironik olarak, “kendi emperyalizmini”
desteklemektedir. Kanımca, Sovyetler Birliği’nin dağılması ve küresel
kapitalizmin yaygınlaşmasıyla oluşan konjonktürde, ulusal devletlerin küresel
sistemde mutasyona uğraması ve etkilerini giderek kaybetmeye meyletmesi,
otoriter devletçi ve milliyetçi cenahın “gürbüz Türkiye” hayaline yönelmelerinin
zeminini oluşturuyor. Türkiye’nin nükleer güce sahip olmadığı için hayıflanan
ve dövünen Atilla İlhan[33]
şunları söylüyor: ”... Türkiye, Rusya,
Çin, Hindistan, İran, bunlar bir araya gelince ne oluyor biliyor musun?
Dünyanın dörtte üçü oluyor. Ve bunların içinde nükleeri olmayan tek enayi
biziz... Bu kadar nükleer güçle ortak olup sen de nükleer olacaksın otomatik
olarak. Hem bir nükleer güç olacaksın, hem Rusya, Çin gibi her biri yüzer
ordu, biner ordu çıkarabilecek inanılmaz devletlerle ve üstelik bunların
içinde özellikle Çin müthiş savaşkan bir millet, sen de savaşçı bir milletsin
kim gelip de senin gözünün üstünde kaşın var diyebilecek o zaman. O zaman bu
Avrupalılar gelip yalvaracaklar. Niye yalvaracaklar, biliyor musun, o zaman
sen o kadar büyük bir pazarın içinde olacaksın ki, senin üzerinden o pazara
girebilmek için çalışacaklar. Ve sen şimdi o pazardan istifade edemiyorsun
enayiliğinden.” Benzer çıkışı Prof.Dr.Oktay
Sinanoğlu, Aydınlık ‘ta dile
getiriyor. “Büyük Uyanış”[34]
başlıklı yazısında rüyasını anlatıyor ve şöyle diyor; “Bir gazete aldım: adı “Yıldız”, dili
tertemiz. İri başlık diyor ki: “Avrupa devletçiklerinden ziyaret”. Altında:
“Avrupa’nın ufak dukalıklarının başkanları, borçlarının faizlerini ödemekte
zorluk çektiklerinden, yardım, en azından faiz ertelenmesi talepleriyle Türk
banka genel müdürlerini ziyaret edecekler. Hazır Ankara’da iken “Avrasya
Birliği Para Fonu” AVRAP’ın Ankara’daki Genel Merkezi yetkilileriyle de
görüşecekler. Olumlu bir sonuç almaları pek beklenmiyor, çünkü son verdikleri
uyum taahhütlerini tam yerine getirebilmiş değiller. Basklar, Bretonlar,
Korsikalılar, Keltler, Bakü’deki Avrasya Birliği İnsan Hakları Mahkemesine
başvurup duruyor.” Sinanoğlu, ardından “Büyük
Uyanış rüya değildi. Başlamıştı bile” diyerek, rüya tabiri üzerinden
hissiyatındaki özlemi ve hırsı ifşa ediyordu. Görüldüğü gibi, milliyetçi-sol
tahayyüldeki anti-emperyalist vurgu aslında özde yatan kendi yayılmacı
emperyalist çıkarlarını gizlemektedir. İlhan ve Sinanoğlu’ndaki “güçlü
Türkiyeci” ve emperyalist yayılmacı zihniyet, özü gereği “güce tapan”
sosyal-Darwinist öğeleri de içeren milliyetçilik ideolojisinin temelindeki
zihinsel ve psikolojik zemini de ortaya sermektedir[35]. Sol-milliyetçiliğin 1960’larda
ve 1970’lerde “sol” olma iddiasının temel dayanağını “anti-emperyalizm ve tam
bağımsızlık” oluşturuyordu. Özellikle 28 Şubat süreciyle beraber temel (sol)
ilkeyi “laiklik” oluşturdu. Sol-milliyetçiliğin Avrupa Birliği tartışma
sürecindeki “sol” iddiasının temelini yeniden “anti-emperyalizm ve tam
bağımsızlık” oluşturuyor. Yukarıda da görüldüğü gibi, “sol-milliyetçi” siyasi
akımların “sol” olma iddiasındaki temel dayanak konjonktürel olarak
değişmektedir. Sol-milliyetçiliğin değişmeyen özü ise “otoriter devletçi” ve
“milliyetçi” zihniyet yapısıdır. **** Günümüz Türkiyesi’ndeki “sol
milliyetçi” düşüncenin kaynağını aramak için 1930’ların Kadro dergisine veya daha eskilere (Jön Türklere kadar)
gidilebilir[36]. Ancak
bunun için, daha yakın tarihimize, 1960’lara dönmemiz yeterli olacaktır. Burada
karşımıza geniş kadrosuyla Yön dergisi
çıkar. Türkiye’de
Yön ile şekillenen
milliyetçi-sol hareket,
anti-emperyalist, tam bağımsızlıkçı sol iddialı çizgisiyle milliyetçilik
eksenine millî demokratik devrimi oturtuyordu. “Üçüncü dünyacı” hareket
olarak da ele alınabilecek olan Yön’ün sosyalizmi, milliyetçilik esaslı
anti-emperyalizm düşüncesine dayanan “sosyal adalet içinde hızlı kalkınma”
metodu olarak ileri sürülüyordu[37].
Doğan Avcıoğlu’na göre, “sosyalizm yolu, demokratik millî kurtuluş
hareketinden geçmektedir”, “kapitalist olmayan gelişme” ve “millî demokrasi
devleti”nin izleyeceği yol “halkçı, devletçi, devrimci ve milliyetçi kalkınma
yoludur.”[38] Avcıoğlu
ilk planda önemli meselenin “milliyetçi güçlerin bağımsız, millî bir ekonomi
kurulması yolunda bir araya getirilmesi” olduğunu ileri sürüyordu[39]. Bu
perspektiften bakıldığında asıl meseleyi emperyalist uluslarla “mazlum
uluslar” arasındaki çelişki oluşturuyordu. Yani özde “millî” olanla “yabancı”
olan arasındaki bu mücadelede milletler çatışması, Marksist düşüncedeki sınıf
çatışması yerine geçiriliyordu. Bu
düşüncenin ulus içindeki çıkar ve statü gruplarını önemsizleştirip yok
saydığı oranda, ulusu türdeş olmasa da, çıkarları açısından çelişkisiz kabul
etme eğilimi taşıyan korporatist eğilimler taşıdığı söylenebilir. Aynı
anlayışın öz itibariyle, 21.yüzyıl Türkiye siyasetinin sağdan sola geniş
yelpazesini işgal ettiğini görebilmekteyiz.[40]
Öz
olarak milliyetçiliği esas alan bu anlayış, sömürücü sınıflar dahilinde
bulunsalar da “bizden” olanlarla aynı cephededir. Yani sosyalist ve
özgürlükçü düşüncenin “bütün insanları” esas alan evrenselci-hümanist
konumlanışının tersine, “belirli bir tarihsel ve mutasavver insan
topluluğunu, “millî” olanı, esas alır. Millî olanı esas aldığından “millî
kimliği” inşa etme sorunu onu “öteki” tayin etmeye götürür. Üçüncü Dünyacı
tahayyülde “öteki” öncelikle emperyalizmi temsil eden “Batı” olagelmiştir.
Batı karşısında tek varoluş sığınağı ise “millî olan”dır. Bu ideolojik
konumlanışı besleyen zihniyet içine kapandığı oranda baskıcı, totaliter
eğilimlere kapıyı aralarken öte yandan “enternasyonal”-evrenselci düşüncelere
kapıyı kapamıştır.[41]
Bu
bağlamda milliyetçilik ideolojisinin yabancı / millî ayrımını zinde tutan en
önemli faktörlerden biri ksenofobik (yabancı korkusu) ruh halinin teyakkuzda
tutulmasıdır. Bizden olmayan, garip, tuhaf kişi olarak ecnebi lafzı (çoğu kez
gavur ile birlikte) neredeyse hakaretamiz olarak kullanılır.
Metinlerinde ecnebi kelimesini
yabancı yerine kullanan Attila İlhan’dan birkaç örnek verebiliriz “Al
birini, vur birine”[42]
adlı makalesinde şöyle diyor: “Ziya Bey de eski
İzmir’lidir: uzun yıllar, ‘ecnebi’ kumpanyalarında çalışmış,...Cumhuriyet’in
İzmir’i öldürdüğünü söylerdi; geçmişe daldı mı, gözleri parlıyor; kordondaki
kahveler, Cenyo, Pozeydon,
Krammerpalas; sonra efendim; İtalyan opera heyetleri ki, ‘Figaro’nun Düğünü’nü temsil eder;
yaylı çalgılar orkestrası ki, Albinoni
çalar, Simoroza çalar....o
kozmopolit, ecnebinin ahkam kestiği, yerli halkı sömürdüğü, ‘gavur’ İzmir’i
arıyordu. Ziya Bey, ‘alafranga’ bir adamdı: sor, hangi peynirle hangi beyaz
şarap içilir; neden dolayı, yemek öncesinde congac ‘alınmaz’, hemen anlatsın; zaten, bir ‘ecnebi’ kadınla
evlidir.”(altını
ben çizdim. Şİ). “Zaten
bir ecnebi kadınla evlidir”
ifadesi bile tek başına yukarıdaki ayrıntıları gölgede bırakacak etkidedir. Attila
İlhan “Soğuk Savaş Kirliliği”[43]
adlı yazısında, “...(soğuk savaşın) en
rahatsız edici ‘sendromu’, yurttaşın, ‘ecnebi’yi kendisine, yurttaşından daha
yakın sayabilmesidir, öyle davranabilmesi: yani Moskova ‘komünist’ Türk için,
‘milliyetçi’ bir Türk ne kadar ‘düşman’sa; ‘Komünizmle Mücadele Derneği’
üyesi ‘milliyetçi’ Türk için, CIA’nın ‘Ortadoğu İstasyon Şefi’ o kadar ‘dost’
tur”. diyerek birbiriyle uzlaşmaz ideolojilerin ötesine ve üstüne millî
kimliği yerleştiriyor. Ve insanların dost-düşman olarak tasnifini de
millî/ecnebi ayrımına sığdırıyor. Bir yurttaşın ecnebiyi kendisine yakın
hissetmesini ise hastalık derecesinde rahatsız edici buluyor. Örnekleri çoğaltabiliriz ne
var ki, bu bize fazla bir şey vermez. Ancak burada sol-milliyetçiliğin
kültürel ırkçılık yanında, biyolojik ırkçılık tınılarını da hafife almamak
gerekmektedir. Devlet- Millî kimlik-Vatandaşlık ilişkisi Şimdi sol-milliyetçilik
ideolojisinin vatandaş – devlet ilişkisine bakışını irdeleyelim.
Sol-milliyetçiliğin liberal-demokratik kutbunun, millî kimliği, vatandaşlık
esasına dayalı olarak kabul
ettiği sık sık tekrarlanır. Anayasal hak olarak herkesin eşit olduğu ileri
sürülür. Ancak millî kimlikle kayıtlanan vatandaşlığın tıpkı millî kimliğin
ikili karakterini bünyesinde taşıması gibi, bu ikililikle malûl olduğu ihmal
edilir. Oysa tam da vatandaşlık
kimliği, millî kimlikle tanımlandığından, millî kimlikteki bu ikili
karakterin hastalıklı sureti ile malûldür: vatandaşlığın millî kimlik ve
devlet ile kayıtlanması. Çoğu kez de anayasal vatandaşlığın esasını etnik
kimlik oluşturur. Böylece insanın
kendi yaşamının yönetiminde doğrudan söz sahibi olduğu yetkin- kamusal
bir ‘yurttaş’ kimliği ile, millî kimliğin ve devletin talimatnamelerine göre
yaşamakta serbest olduğu, hayatına karşı sorumlu olmaktan ziyade devletin
bekasını korumak için vazifelendirilen ‘vatandaş’ kimliği arasındaki uçurum
ve gerilim belirginleşir. Artık söz konusu olan devletin
vatandaşa sorumluluğu değil vatandaşın devleti için ölüp-ölmeyeceği, sorgusuz
sualsiz devletin bekası ve yüceliğini kutsayarak biat edip etmeyeceğidir.
Ortaçağ kentlerinde eşit haklarla kamusal alana katılabilmesi için yurttaşlık
hakkını belirleyen en doğrudan bağlam olan, o yerleşimde yaşama şartı,
milliyete ve millî kimliğe gösterilen sadakat ile yer değiştirir. Vatandaş
devletin velayeti ve vesayeti altında “reşit olmayan” bir çocuk muamelesi
görür. Reşit olmayan çocuk olarak vatandaş ona ‘göz-kulak’ olacak
‘big-brother’ ın himayesi altına
alınır. Ortaya çıkan yurttaş tipi ise Füsun Üstel’in teşhis ettiği üzere,
“vazifelere borçlu yurttaş tipi”dir[44]. Bu anlayışın altında iki temel
görüşün yattığını düşünüyorum: ilki devleti, milleti ve vatandaşı
yeknesaklaştıran organizmacı bakış açısıyla milletin ve vatandaşın devletin
uzvu olarak kabul edilmesi; diğeri ise devletin aşırı gelişmiş tehdit
algılaması ve kronik beka kaygısına dayanan, devletin vatandaşları karşısında
olağan “sadakat” beklentisinin ölçüsünü aşan müteyakkız halidir. Organizmacı anlayış, milleti
sadece devletin bir uzvu olarak görmez, aynı zamanda “türdeş” homojen bir
yapı olarak da algılar ve kurgular. Bu totaliter zihniyet millî/ulusal çıkar
üzerinden otoriter her türlü müdahaleyi meşrulaştırmaya çalışır. Yusuf Akçura’dan Doğan
Avcıoğlu’na, Atilla İlhan’dan Doğu Perinçek’e siyasetin “sol” yelpazesinde
olduğu iddiası taşıyan pek çok kişide, bu otoriter devletçiliği değişik
gerekçe ve derecelerde görebiliriz. Örneğin Yusuf Akçura[45],
“Asri Türk Devleti ve Münevverlere Düşen Vazife” başlıklı yazısında, “Asri
devlet egemen güç, o devleti kuran milletin kendisidir ve bundan dolayı asri devlette egemenlik bölünmez, birdir.”(altını ben çizdim. Şİ)... ...Asri bir devlet, millet
fertlerinin hürriyetlerini, kendi bağımsızlık ve otoritesine gölge düşürmemek
üzere, kanunlarla temin etmiştir...Bazı hürriyetlerin pratikteki yansıması
devletin otoritesine karşıt bir şekilde olursa,...devletin otoritesinin
sürdürülmesi ferdin hürriyetine tercih olunur.” diyor. Daha yakın tarihimize döndüğümüzde
Yön hareketinin otoriter devletçi
anlayışını görebiliriz. Yön’cüler ’e göre, “Türkiye’de milliyetçi, hürriyetçi
ve demokratik ilkelere dayanan bir sosyalizm anlayışı ancak “zinde kuvvetler”
(tabii ki bu zinde kuvvetlerin değişmez ilerici-halkçı dayanağı olan ordu)[46]
ile gerçekleştirilebilir. Bir iktisadi kalkınma modeli olarak
“yeni-devletçilik” ya da “millî sosyalizm”in nirengi noktası, devletçiliğe ve
zinde güçlere vurgusudur. O kadar ki Yön’ün
devletçiliği, bir araç olarak algılamanın ötesinde yaşamın her alanını
kapsayan sosyal bir düzen olarak kutsadığını söylemek abartı olmayacaktır[47]. Şevket Süreyya Aydemir “Artık
Devletçilik Yetmez” başlıklı makalesinde şunları söylüyor: “Fakat bundan sonra istediğimiz,
Anayasanın sosyal devlet ilkesine bağlı kalarak, A’dan Z’ye kadar Türkiye’nin siyasi, iktisadi ve sosyal nizamını milletin hayranı ve varlığını temsil eden
devletin tanzim, idare ve murakebesine (denetimine) nizamlamaktır. Bundan
sonra devletçilik her sahayı içine
alacaktır. Bu yeni (devletçilik)... yalnız bir iktisadi devlet işletmeciliği
değil, özel teşebbüse yer vermekle beraber millî hayatın her sahasını içine alan bir sosyal nizam olmalıdır.”[48] Yukarıda da görülebileceği
gibi, devlete toplumsal hayatın her alanına nüfuz etme, onu belirleme ve
denetim altında tutma görevi verilmektedir. Bu zihniyet Türkiye modernleşme
geleneğindeki otoriterliğin kalıcılığının haklılaştırıcı zeminini
beslemektedir.[49] Geçmişte ve ne yazık ki
günümüzde de hâlâ ulusal / millî sol “toplumsal gelişim şeması”nı referans
alarak, sosyal sınıfların olgunlaşmadığını söyleyebilmekte ve “halk için halka rağmen” düsturunu
meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Öyle ki sol, bu gaye için ulusal-devletin
ağırlığını koyup, toplumun ihtiyacı olan toplumsal disiplini tesis etmek için
temel insanî hakların askıya alınmasını meşru kılmayı savunabilmektedir. Bu
yüzden milliyetçilik otoriter devletçi anlayıştan bağımsız
değerlendirilmemelidir. Rusya’daki iktidar karşıtı
yayın yapan tek özel televizyon kanalının kapatılmasını; internet üzerindeki
sıkı denetimi, internet kullanıcıların Rus polisince kayıt altına alınması
dahil bir dizi güvenlik soruşturmasına tâbi tutulmasını, desteklediğini ifade
eden İlhan, “...Devrim, hele sosyal
sınıfı hazırlıksız bir ülkede olmuşsa, o disiplinin –sırasında şiddet de
kullanabilen- bir ‘otorite’ye sahip olması gerekir; ve bu otorite haklılığını
tarihten alır...Demokrasi özgürlüktür diyerek, bu otoriteyi, topluma verdiği
disiplini kaldırınca;...’demokrasi’, merkeziyetçi bürokrasi diktasının yıllar
boyunca yarattığı imkanların, bir takım uyanıklar, üçkağıtçılar, hortumcular
tarafından yağmalanmasına dönüşüyor; işin tuhafı, onların arkasında da şaşmaz
bir şekilde ‘Ecnebi Sermayesi’ duruyor.” diyerek, ulusal-devletin
ağırlığını koyarak “toplumun ihtiyacı olan toplumsal disiplini” sağladığı
için Putin’i “ülkesini seven ve ona sahip çıkan” bir lider olarak yüceltiyor[50]. Ülkesi ve milletinin bekasını
koruduğu ve ona sahip çıktığı savunularak desteklenen başka bir lider de,
Sırp Kasabı lakaplı Miloseviç’tir. “Miloseviç, Dünyaya Aydınlıktan Seslendi”,
spotuyla büyük bir gururla Miloseviç için önemli olan şeyin “haksız yere
yargılanmak” olmadığı, “Yugoslavya onuru” olduğu dillendiriliyor.[51]
Miloseviç’in Yugoslavya iç savaşında yapmış olduğu soykırımı “Yugoslavya
onuru” ile meşrulaştıran söylemine Aydınlık’ın
yer vermesi ve onu savunması bile tek başına milliyetçiliğin insanlık ile bağdaşamayacağının alamet-i
farikasıdır. Nereden ne gerekçeyle olursa
olsun, soykırıma gözlerini kapayan, hatta onu “vatan” savunması ile
meşrulaştırmaya çalışan bir zihniyetin sol ile bir ilişkisi olabilir mi? Günümüz Türkiyesi’ndeki
“sol-milliyetçi” siyasi akımların en önemli kaynağının Yön dergisi olduğunu düşünüyorum. Hikmet Özdemir, Yön’ün milliyetçi sosyalizm önerisinin
Afrika sosyalizmi, Mısır sosyalizmi ya da Arap sosyalizmi gibi adlarla anılan
modellerle birlikte düşünülmesi gerektiğini ileri sürmektedir.[52]
İkinci dünya savaşı sonrası ulusal-kurtuluş savaşları ile 3.dünyada ortaya
çıkan bu modelin en belirgin özelliği kapitalizmle emperyalizmin, ve
milliyetçilikle sosyalizmin özdeş kabul edilmesidir. Eski bir Hint komünisti
M.N.Roy’a göre, “Asyadaki komünizm
aslında kızıla boyanmış milliyetçiliktir...şimdiyse komünizmin kendisi
milliyetçiliğin rolünü oynuyor ve onun ırkçılık, gelenekçilik, hoşgörüsüzlük,
aşırılık ve Batı etkisine direnme gibi bütün kötülüklerinden payını alarak en
aşırı şeklinde görünüyor. Bu milliyetçi bozulma savaş sonrası komünizmin
genel durumudur ve en belirgin şeklini Asya’da alıyor.”[53] Türkiye’deki sol-Kemalist
hatta kimi sol çevrelerin söylemindeki milliyetçilik her ne kadar
ırki-etnisit öğelere mesafeli dursa da, bu mesafe sadece nicelikseldir.
Sol-Milliyetçilik fikriyatındaki milliyetçilik, bağımsızlığın ve
anti-emperyalizmin ideolojik dayanağını oluşturduğu oranda “kendine
özgücülüğü” vurgulayarak özcü karakterini perçinlemiştir. Hatta otoriter ve
pre-totaliteryan öğeleri araçsallaştırma vurgusu dikkate alındığında, Türkiye
sol-milliyetçiliğinin olası faşizan açılımlara yataklık edebileceğini ihmal
etmemek gerekmektedir. Özellikle Marksist-Leninist sol gelenekteki
“hiyerarşik, merkeziyetçi ve iktisadî” zihniyet yapısının da buna uygun bir
vasat sağlayabileceğini düşünüyorum.[54]
Sol ve Milliyetçilik :
Birbirlerini reddeden iki zihniyet
Milliyetçiliği
daha çok bir kolektif kimlik ihtiyacına cevap veren ideoloji olarak el
aldığımı ifade etmiştim. Ancak milliyetçiliği diğer kolektif kimliklerden
ayıran temel fark, “nasıl” inşa
edildiği, daha doğrusu bu inşa sürecini belirleyen yurttaş-toplum-devlet
ilişkisinin nasıl yeniden kurulduğunun altında yatar. Yukarıda bu süreci
genel hatlarıyla ele almaya çalıştım. Şimdi ise toplum-yurttaş ilişkisini
temel alarak, sol ve milliyetçilik ideolojilerinin zihin yapısının
birbirleriyle uyuşmazlığına değinmeye çalışacağım. Bu açıdan bakıldığında,
milliyetçilik ile sol’un toplum ve birey tahayyüllerinin ortaya serilmesinin
yararlı olacağını düşünüyorum. Burada “sol” derken kavramı en
geniş haliyle, hiyerarşileri ve sınıfları kaldırmak isteyen özgürlükçü bir
toplum düşleyen herkesi katarak, kullanıyorum. Kanımca sol’un bu mücadelesi
ve kapsamlı oluşu insanî var oluş önündeki her türlü engele ve sınıra meydan
okuması ile bağlantılıdır. Sol şu yada bu coğrafyaya; şu yada bu millete; şu
yada bu dine bakmadan tüm insanlığı hedef alan evrenselliğini, uğruna
mücadele ettiği toplum ve dünya tahayyülünden alır. O yüzden sol’un bir
milletle ya da coğrafyayla sınırlandırılması doğasına zıttır, zıt olmalıdır;
değilse sorun bizim “sol”
dediğimiz, sol iddiasında olan zihniyette aranmalıdır. Milliyetçilik
yurttaşı millî kimlik ve ulusal devletle kayıtlar. Millî devletçe belirlenen
milleti oluşturan halk ise, “millî bütünlük” kisvesi altında, dayanılmaz
ölçüdeki toplumsal ve ekonomik statü farklılıklarına, hiyerarşik ilişkilerin
beslediği tahakküm ilişkilerine ve tüm eşitsizliklere aldırış edilmeden
tanımlanır. Eşitsizlikler, çelişkiler ulusal-devletler ve uluslar üzerinden
kurulur. Böylelikle toplum içi ezilen ile ezen, sömürenle sömürülen ilişkisi
yok sayılarak, bütün bu çelişkilerden arınmış olarak toplumsal ilişkilerin
olduğu gibi muhafaza edilmesi savunulur. Bu aslında devletin ve sermayenin
bekasını; halk üzerindeki baskı
ve sömürü ilişkisini meşrulaştırmaktan başka bir şey değildir. Toplumsal
cinsel tercihlerden, statü farklılıklarından ve ekonomik eşitsizliklerden
kaynaklanan toplumsal ve iktisadî çatışmalar “millî birlik ve beraberlik”
ruhu kisvesi altında gizlenmeye çalışılır. Böylelikle, egemenlerle halk
arasındaki tahakküm ve sömürü ilişkisinin üstü örtülür. 1930’larda sıkça
söylenen ‘Biz sınıfsız, imtiyazsız
kaynaşmış bir kütleyiz’ ifadesi bu düşüncenin veciz bir anlatımıdır. Millî
bütünlük içindeki toplumda, ulusal devlet’in uzvu olarak tasarlanan ve
biçimlendirilmeye çalışılan, kendi yaşamlarına sahip çıkabilecek yetki ve
güçten mahrum edilen vatandaş tipi ile karşılaşırız. Tâbi olduğu devlete biat
eden, verilen görevi yerine getiren, deyimi yerinde kullanıyorsam, henüz
rüştünü ispatlamamış asla da ispatlayamayacak bir tebaa ile karşı
karşıyayızdır. Varoluşunu neredeyse sadece millî kimlikle tanımlayan
vatandaş, millî kimliğin kendisine sağladığı imtiyazları korumak için, “vatan
uğruna” en dehşet verici şiddet örneklerini “öteki”lere karşı huşu içinde
uygulayabilecektir. Kimi zaman sözel, kimi zaman fiziksel olarak yapılan bu
şiddet gösterileri “erkeklik”, “namus” ve “vatan” adına meşrulaştırılmaya
çalışılır. Bu tavra cinsel tercihlerinden dolayı sıkça maruz kalan
eşcinseller, “erkek bir milletin” yüz karası olarak lanetlenirler. Her
erkeğin korkulu rüyası eşcinsellik, millî ölçekte kendini çıplak şiddet
olarak gösterir.[55] Bugün eğer bir “sol” var
olacaksa, zihniyet olarak birbirlerini dışlayan milliyetçilik ideolojisi ile
hesaplaşması gerekir. Tabii ki bu yüzleşme “sol” un kendi değerlerini de
yeniden gözden geçirmesi ile yakından ilişkilidir. Sol kendini, toplumsal
ilişkiler bütününde var olan her türlü hiyerarşi, sınıf ve statü
farklılıklarını aşan bir perspektiften tahakkümün ve hiyerarşinin her türüne
karşı tutarlı bir karşı oluş ile yeniden kurmazsa, bu çaba sözde kalmaya
mahkum olacaktır. Kardeşlik, eşitlik, özgürlük
gibi kavramlar, hep yanlış algılandığı gibi, özde burjuva kavramlar değildir.
Bu açıdan bakıldığında esas mesele, hiyerarşi ve sınıfları ortadan kaldıran,
tahakkümün her türlüsünü yok etmek isteyen bir zihniyetin temellerinin neler
olduğunu ortaya koymaktır.
Kanımca, buna mesai harcamanın temel dayanağı, “kendine reva gördüğünü
başkalarından esirgememek”ten geçiyor. Aslında bu temel bir insanî davranış
kalıbıdır. Ve bizim bu insanî kalıba uzaklığımız ne kadar insanlaştığımız ile
doğrudan ilintilidir. Zihniyet
olarak milliyetçilik’ in özünde, kişinin veya topluluğun kendi kolektif
kimliğini “herkesin edinebileceği”, herkese açık evrensel değer olarak kabul
eden humanitas fikrinin reddi
olduğunu söylemiştim. Milliyetçilik insanları sadece insan olarak kabul edip, onlara değer vermez. İnsanları
millî kimliklerine, ırkî özelliklerine, cinsel kimliklerine ve tercihlerine
göre ayırıp, belli bir hiyerarşiye tâbi kılar. İnsan olup olmamak dahi bu
kimlikle kayıtlanır. Bu bağlamda ‘yabancı’ düşmanlığı ve nefret, “özsel”
değişmeyen biyolojik ya da kültürel değerlere göre belirlenir. Asıl
sorgulanması gereken, milliyetçiliğin neden ‘kötü’ olduğunun tespitidir.
Kanımca bunun için, milliyetçiliğin 200 yıllık bir tarihi olduğu halde, tarih
sahnesine çıktığı andan bu yana dünyanın en vahşi katliamlarına kaynaklık
ettiğini hatırlamak bile yeterlidir. Ancak biz gene de milliyetçiliğin
olmazsa olmaz değerlerinden yola çıkarak neden ‘kötü’ olduğunu, insanın
kendisine ve doğaya yabancılaşmasının en iyi vasatını nasıl oluşturduğunu
irdelemeliyiz. Milliyetçilik
kendi varlığını “kendi gibi olmayan” üzerinden, onu “dışlayarak” kurar. O
düşmansız yaşayamaz, yoksa yaratır. Bu yüzden kendi gibi olanları yüceltip,
“öteki”leri aşağılayacak şekilde tarihi yeniden yazar. Tüm varoluş
şekillerini millî kimlik ile belirler. İnsanın varoluşunun nedeni ve amacı bu
millî kimlik ve ulusal-devlet ile kayıtlanır. Böylelikle kendi milletine
dahil olmayan kişilere karşı kin ve nefret tohumları beslemenin “doğal” bir
olgu olduğu zihinlere kazınır. Vatan uğruna, soykırımlar yapılır, toplu
mezarlar vatanseverlik armalı küreklerle huşu içinde kazılır. Tüm
bunların barışla hiçbir ilgisi olmadığı gün gibi ortada değil mi? Peki bu
değerlerin sosyal adalet, eşitlik, kardeşlik, özgürlük ve toplumsal dayanışma
fikri ile beslenen, tüm insanlığı
kapsayan “sol” tahayyül ile bir ilişkisi olabilir mi? Eğer
insanın insan ve doğa üzerindeki tahakkümünü ortadan kaldırmak istiyorsak,
şurası açık ki, “sol” her türlü hiyerarşik ilişkiyi ve tahakkümü karşısına
almalıdır. İnsanı yabancılaştıran her türlü ilişkiyi yıkıp, insanî
vasıflarını geliştirebilecek yeni toplumsal ilişkiler yaratmalıdır. Bu ise
kendisini daha az insan yapan hayvanî yanını ne kadar aştığı ile doğrudan
ilişkilidir. Bu açıdan bakıldığında milliyetçilik ile sol arasında
birbirleriyle uyuşmaz bir zıtlık olduğu dikkati çeker. Aslında
milliyetçiliğin nasıl bir toplum ve insan yarattığını, nereden beslendiğini
anlamadan sorunun özünü kavrayamayacağımızı düşünüyorum. Kanımca bu alan, milliyetçilik ile sol arasındaki
temel farkı ortaya çıkarmak için önemli bir zemin sağlıyor. Her
insanın kendini bir topluluk içinde tanımlama ihtiyacı toplumsal bir varlık
oluşunun doğal sonucudur. Burada mesele, bu en temel insanî ihtiyacın
karşılandığı kolektif kimliğin
ne kadar organik olduğudur. Kapitalizmle hemen hemen eş zamanlı olarak
ortaya çıkan milliyetçilik, kendinden önceki kolektif kimliklerin
organikliğini barındırmaz. Bunun temel nedeninin kişinin kolektif kimlik ile
olan özdeşlik ilişkisinin doğrudan karakterinin yok olmasında aranması
gerektiğini düşünüyorum. Bu bağlamda insanın yaşamının denetimini eline
alması ve yaşamının her alanında söz ve yetki sahibi olmasının çok önemli
olduğunu ileri süreceğim. Eylemleriyle kendini tanımladığı toplumsal
kimliğini belirleyebildiği oranda, o kişi ile kolektif kimlik arasında bir
organiklikten bahsedilebileceği aşikardır. Bu perspektiften bakıldığında
kapitalizm öncesi kolektif kimliklerin organik kimlikler oldukları ileri
sürülebilir. Kapitalizmle
birlikte insanların kendi yaşamlarının kontrolünü giderek kaybettikleri
dikkate alındığında, iktisadi, sosyal ve psişik olarak öz güven bunalımı ile
karşılaştıklarını söyleyebiliriz. Milliyetçiliğin tam da böyle bir zeminde
ortaya çıkması ve yayılması hafife alınmamalıdır. Nasıl ortaya çıkmış olursa
olsun iki yüz yıllık evrimi ve muazzam acılar ortaya çıkaran yıkımı dikkate
alındığında, milliyetçiliği diğer kolektif kimliklerinden ayıran
inorganikliğinin hayati önemi daha
iyi kavranabilir. Millî
kimliğinden başka kendi var oluşunun temelini toplumda var edemeyen kişilerin
çoğunlukla milliyetçi söylemlere yakınlık duyduklarını görürüz. Bu durum,
kapitalizmin gün be gün orta ve alt sınıfların zeminin kayganlığını artırdığı
ve istikrarsızlaştırdığı dikkate alındığında, hiç emek sarf etmeden, sadece o
toplumda doğmaları sonucu edindikleri statülerini koruma ve/veya bir üst
basamağa atlama iç güdülerinin bir sonucudur. Millî kimliklerinden başka
varolabildikleri bir zemin olmadığından, daha doğrusu kendilerini var edecek,
yaşamlarının yönetimini ele geçirecek güçleri olmadığından, yaşamlarının tek
kaynağı olarak devletlerini ve vatanlarını kabul ederler. Bu da aslında
varoluşsal bir problem haline gelir. Kendi varoluşunu devletin ve millî kimliğin
bekası ile kayıtlayan bu kesimler, hayatlarında sahip olduklarını
zannettikleri tek şeye-devletlerine- bağnazca itaat ederler. Buradaki
ruh hali karmaşık ilişkiler yumağı ile her gün, her saat toplumsal pratikle
yeniden kurulur. Bu zihniyet yapısını, güce tapınma ve gücü elde etme
ilişkisi belirler. Güç kullanmayı ve şiddeti meşrulaştıran bir dizi
hiyerarşik ilişki, toplumsal yaşamın “doğal” olguları olarak kabul edilip,
kanıksanır. Bu şekilde sosyal Darwinizmin ve faşizmin vazgeçilmez
özelliklerinden biri zihinlere kodlanır: Büyük balık küçük balığı yutar,
küçük balık da daha küçük balığı yutar, daha küçük balık....” Böylelikle
sol’un her türlü eşitsizliği sosyal adalet içerisinde aşma fikrinin
karşısında, milliyetçiliğin kuvvetlinin zayıfı ezdiği, vahşi bir arenaya olan
bağlılık ile karşılaşırız. “Bükemediğin
eli öpeceksin!” atasözü bu zihniyet dünyasını veciz bir şekilde
açıklıyor. Kanımca bu veciz ifadede, ‘senden daha “iyi” olduğuna inandığın
kişiye saygı göstermelisin’ nasihatından çok daha fazlası gizlidir. Senden
daha kuvvetli, daha kudretli olana saygılı olmalısın, ona biat etmelisin,
tabii ki senden daha zayıf olana elini öptürmek kaydıyla. Böylece kendinden
daha zayıf olanı ezmek, kendinden kudretli olana itaat ile var olur ve bu
ilişkinin doğal olduğu savı toplumsal hiyerarşileri meşrulaştırır. Ve
kudretli olmak toplumsal ilişkilerdeki asli belirleyen halini alır. Bu
zihniyet yapısının günlük yaşamdaki yansıması “şiddetin”
meşrulaştırılmasıdır. Faşizan tavırların temel pratiğinin şiddet üzerinden
şekillendiğini görmek için şöyle bir çevremize bakmamız yeterli olacaktır[56].
Son söz yerine... 21.yüzyıla girdiğimiz bu
günlerde, kuzeyden güneye, batıdan doğuya dünyanın her yerinde küresel
kapitalizm halklar üzerindeki baskı ve sömürüsünü giderek şiddetlendiriyor.
Batı/Kuzey ülkelerinde “yabancılar”, “göçmenler”, kısacası “öteki”ler
üzerinden faşizan söylemlerle oy patlaması gerçekleşebiliyorsa; tarihin en
acımasız soykırımına maruz kalan Yahudiler, geçmişte maruz kaldıkları
vahşetle yarışırcasına Ortadoğu’da çoluk çocuk kadın erkek tüm Filistinlileri
yok etmenin meşruiyetini yaratabiliyorsa[57];
kendimize dönüp şunu sormalıyız: Tarihin derinliklerinden gelen hayvanî
yanımızı insanî yanımıza nasıl dönüştürebiliriz? Hiyerarşik olmayan, özgürlükçü
ve bireyin cinsiyetinden, etnik özelliklerinden, cinsel tercihinden, dinî
kimliğinden veya kişisel eğilimlerinden bağımsız olarak herkese açık olan ve herkesle paylaşılan insanî değerlerle kayıtlanan “kolektif kimliği”, yeniden nasıl kurabiliriz? Kanımca bugün bir “sol”
varolacaksa, kapitalizm ve milliyetçilik ile (zihni yapı olarak her türlü
milliyetçilik ile) mücadele etmeden, kendi içindeki hiyerarşik, merkeziyetçi,
devletçi damarlarından köklü bir kopuş yaşamadan, yukarıdaki sorulara yanıt
veremeyecektir. Zira kolektif kimlik önerimiz özde nasıl bir toplum ve dünya istediğimizle bağlantılıdır. Bir yandan
özgürlükçü ve sınıfsız bir dünya istediğimizi söyleyip, öte yandan bunu
“ulusal-devlet”, “vatan” ve “millet” ile kayıtlamak, milliyetçi bir
zihniyetten farklı değildir. Ne de bunun kapitalizme karşı olduğu ileri
sürülebilir. Kapitalizmin hızla
küreselleştiği, ulusal ve kültürel sınırları kevgire çevirdiği bir dönemde,
“anti-emperyalizm” kisvesi altında etnik, millî, dinî veya devlet temelinde
mücadele ettiği iddiasında olan örgüt veya kişilerin özde kapitalizm ile
mücadele ettiklerini söylemek bir illüzyondur. Kapitalist sistem içinde
bölgesel güç oyunlarına dahil olan bu kesimler, içeride halklar üzerine baskı
ve sömürüyü meşrulaştırdıkları, varolan sistemi muhafaza etmeye çalıştıkları
için, dışarıda ise kapitalist ilişkilere tâbi olarak bölgesel bir güç olma
kaygısı taşıdıkları için özde kapitalizme karşı değillerdir. Bu anlamıyla
kapitalizme, sömürü ve tahakküme karşı çıkmayan bu kesimlere olsa olsa muhafazakar,
gerici denebilir. Bugün, her insanın yaşadığı
topluma doğrudan müdahil olabileceği, insanî ölçekte, hiyerarşik olmayan,
kültürel ve cinsel tercih farklılıklarını soğurmadan farklılıkları ile
birlikte yaşayabilen, insanî değerleri herkesçe paylaşılan demokratik ve
özgürlükçü bir toplumda ancak, sağlıklı bir kolektif kimlikten
bahsedilebileceğine inanıyorum. Her yurttaşın kendisinin ve
toplumsal yaşamın her alanından doğrudan sorumlu olduğu bir toplumda,
yurttaşın diğerleri ve kolektif kimlik ile ilişkisinin organik olabileceğini düşünüyorum. Ve tabii ki daha insanî ... |